11 Mayıs 2020 Pazartesi

orhan sinan hamzaoğlu i.ö.o.


insan haddi olmayarak ''huzursuzum'' dediğinde dibinin eşelenmesini bekliyor. çünkü hayatım boyunca sesli dışa vurumu olmasa da dibini eşelemek konusunda iyi olduğumu düşündüm. bunun da basit bir gök bilmine -bilim diyerek yeterli saygıyı gösterdiğimi umuyorum- bağlanmasına ve bir deniz canlısına indirgenmesine şiddetle karşıyım. bu duygumun; kendilerinin adını her duyduğumda, yunanistan sularında geçirdiğimiz zamana yaptıkları etkiyi öfke ve özlemle hatırlayarak daha da kinlenmem ile uzaktan yakından alakası yok. bunları da yine dile getirmediğim bir balkon yemeğinde düşünüyorum. yağmur biraz önce durmuş ve yerler kurumaya başlamış.

yağmur ile ilgili duygu ve düşüncelerimi birçok kez dile getirdim. kendisine maruz kalmadığım sürece yağmasını da, sonrasını da severim. tam kurumaya başladığı ana ise bayılırım. çünkü mevsim yaz olduğunda ve nadiren de olsa yağmur yağdığında biz evlere tıkanmış, yağmurun bitmesini bekleyen çocuklar olurduk. yağmur kurumaya başladığında ise sabır testini geçmiş, basketbol oynamaya hak kazanmışız demekti. işte böyle zamanlarda orhan sinan'a sadece gerçek basketbol sevdalıları gelirdi. biz muhakkak orada olurduk. bilenler bilir; her basketbol sahasının kendine özgü, ne kadar boş olursa olsun oynanmayan potaları vardır. oranın gediklilerinin oynadığı iki pota olur. biraz daha kötü olanların oynadığı iki pota daha bulunur. buradakiler bir önceki potaya geçebilmek için hünerlerini gösterirken, bir önceki potadakiler de bulundukları potadan ömürleri boyunca çıkarılamayacağını yansıtan surat ifadeleriyle sanatlarını icra ederler. yağmur yağıp kuruduğunda asıl çocukların olduğu potalardan biri ıslanırdı ve yerin yamukluğundan ötürü çok geç kururdu. biz diğer potaya geçebilmek için yağmurun azaldığı ve tamamen durmadığı anları seçerdik. gittiğimizde yağmur durmuş ve şovumuzu yapabileceğimiz ideal ortam sağlanmış olurdu.

aydınlı yolu caddesi'ne bağlanan ince sokaktan aşağıya doğru inerken basketbol dışında her şey konuşurduk. biraz sonra kendisinin peşinden koşacağımız topu taşımak eziyet olurdu. top genelde yokuşun sonuna gelmeden düşer, ışıklara gidene kadar yakalanırdı. bunu en çok kimin yaptığını bile hatırlıyorum ama hala daha küçük hassasiyetleri olan bir adamım. deniz canlısıyla alakası yok. her gün giden dört manyak etrafında şekillenen altı kişilik bir ekip sanatlarını icra etmek için pendik yokuşlarını hızlıca iniyor. bu duyguyu gerçekten çok özlüyorum. topu sürekli düşüren ve ismini veremeyeceğim arkadaşla okula kadar dalga geçerdim. her gün benzer şeyleri söyler, her gün benzer şekilde gülerdik. kendisi yirmi santim uzayıp kollarıyla birlikte neredeyse beni geçmeye başladığında tüm bu senelerin hırsını herkesin ortasında beni bütün gün bloklayarak almıştı. yine de her daim gösterecek bir iki numaram olurdu. o parkeden boynu bükük ayrılmazdım. ergen bir erkeğin iç çekişmeleri için elini kuvvetlendirecek kozlarının olması, onu bekleyen hayatı için ona katkı sağlayan en önemli etkendir diye düşünüyorum. bizim yaşımızdaki çocukların öz güvenleri sokaktaki etkinliğine göre şekillenirdi. şimdiyi düşünmek bile istemiyorum.

dönüş yolu güzeldi. eğer yenilip de bir sonraki maç için hırs yapmadıysak yemeğe yetişmiş olurduk. herkes yemeğini yedikten sonra dipşar sitesi'nin çardağında buluşurduk. bir sokak altında oturuyor olsam da çocukluğum orada geçtiğinden ötürü siteye kendi mülkümmüş gibi girerdim. zaten sitenin çardağı açık ve herkesçe ulaşılabilir bir alandaydı ama ben yine de normal yürüyüş yolundan girer, site sakini gibi çardağa giderdim. çardağa giderken muhakkak iki liralık büyük tuzlu çekirdeklerden alırdım. baskete her gün gelen dört kişi muhakkak her gün çardağa da gelirdi. işte bu yüzden aramızdan birinin tatile gitmesi felaket olurdu. ben düzenimin bozulmasını seven bir insan olamadım hiç. deniz canlısından ötürü değil. şimdi dönüp düşündüğümde bir insanı dinlemenin ve onun derdini çözebileceğini düşünmenin ne kadar önemli olduğunu da orada öğrendiğimi anlıyorum. bir insanı gerçekten dinliyor ve yine gerçekten derdi için kafa yoruyorsan; ona yalnızca onu anladığını söylemen bile farklı bir tondan gidiyor. ben böyle duyguları sezdiğime inanıyorum. küçüklüğümden beri bazı şeyleri sezdiğime inanırım ve çoğunlukla sezdiğimi kanıtladığım şeyler aklımda kalır.

ben o çardakta yıllar boyunca öyle çok konuştum, öyle çok dert dinledim ve öyle çok sorun çözdüğüme inandım ki; otuz yaşıma girmeye yaklaştığım şu günlerde insanlardan soğumaya başladım. kadıköy şöhretler büfe'de kocaman masanın ortasına kırk tane hamburger koyduğumuz günlerde de aynı şeyi hissediyordum. telefon listemde babamdan iki kat fazla kişi varken salak bir ergen gururu yaşıyordum. bana sorarsan kadıköy'den bir kez geçmiş herkesi bir şekilde tanıyordum. yine de kaç adet insanla tanışırsam tanışayım onları muhakkak dinlemeyi ve dinlediğim şeyler hoşuma gitmediyse onları bu kadar fazla dinlememi gerektirecek ortamda bir daha bulunmamayı başarabildim. bir insan ilişkisi bu kadar basittir. kimseye mecbur değilsiniz, kimseye mahkum değilsiniz ve yaşamınızı sürdürebilmek için kimseye ihtiyacınız yok. ben de dahil. yetişkin bir insanın bunları bilmesi gerektiğini varsayarak insanları her an sorguluyorum. birisi anlattığım bir şeyin ortasında ağzını hareket ettirdiğinde anlatmayı planladığım diğer kısmı siliyorum. çünkü onun konusuna geçmemiz gerektiğini anladığım o malum anı yine hissediyorum. insanlar ve dünyanın seyrini değiştirecek konuları. bana anlatılsa detaylı bir incelemeyle çözüm haritası çıkarmaya çalışacağıma emin olduğum derdimi anlattığımda bir taksi şoförü inceliğinde verilen cevaplara karşı uzaklaşma hakkımı kullanıyorum. hiçbir zaman ikili ilişki veri tabanı tutan kişi olmadım. bundan ötürü de ilk kez takip etmeye başladığımda hayatımın şokunu yaşadım. gördüğün, doğruluğunu anladığın ve en nihayetinde hissettiğin her şeydir.

yaşadığımız, yaşıyor olduğumuz ve muhtemelen yaşıyor olacağımız yıllar benim istediğim yıllar değil bu kesin. insanlara geçmişte yaşadıkları için kızdığım günler adına utanıyorum. insan her hayal kırıklığında önce hayal kurmaya  başladığı yere gidiyor. ben geçmişte yaşayabilen bir adam olamadım ama her hayal kırıklığımın sebebini geçmişte bulmayı seviyorum. seviyorum çünkü gerçek olanı yaşadığım ve doğru olanı bildiğim için mutluyum. hala düşünebiliyorum ve doğru olanı unutmadım. en zor günlerde bile doğru olanı yapmaya çalıştığım için ve bundan ötürü herkese sinirlendiğim için mutluyum. sinir insanı diri tutuyor. bu da kesin. kendin olmak, deniz ürünlerine bağlı kalmamak ve yaşamak özet olarak böyle bir şey.

masadan kalkıyorum. dipşar sitesine uzağım. her gün olmasa da her çağırdığımda gelebilecek bir geçmişim var biliyorum. yine de rahatlatmıyor. bir iki gündür hissettiğim şeyden ötürü kendime çok kızıyorum. insanın kendini yenememesi ne korkunç. giydiğimde kendimi çok rahat hissettiğim yeşil montumu alıyorum. bir hışımla kendimi dışarıya atıyorum. en üst düğmesi hariç kapatıyorum. kapşonunu kafama geçirmiyorum ama arkamda durduğunu hissetmek hoşuma gidiyor. tam kendimi önemli biriymiş gibi hissedeceğim o anı yakalayacakken montumun altından sarkan iki tane ipi görüyorum. sinirleniyorum.

8 Mayıs 2020 Cuma

selimiye camii


askerdeyken çoğunlukla küçükken istediğim her şeyin çabucak olmasının cezasını çektiğimi düşünürdüm. büyük bir sabır testi ve sonucunda gelen gereksiz sakin anlar. zifiri karanlıkların içinde, komutanın bile unuttuğu kulübemde uzun uzun kitaplar okurdum. cezasını çekmek için hevesle hapishaneye girmiş, içindeki bütün muhasebeyi tamamlamış bir suçlu gibi hissederdim kendimi. bana daha fazla nöbet yazın. bana daha fazla nöbet yazın ve tüm bu insanlardan uzak olayım. bundan sonra da hayatımdaki hiçbir şey hızlı olmasın. kaşığı da yavaş alayım, topa da yavaş vurayım. sadece bazı geceler nefesimi kontrol edemezdim. o da mutlak kontrolün bende olmadığını hatırlatırdı, severdim.

çok sevdiğim bir filmi izlerken 'benim neden böyle periyodik alışkanlıklarım yok' diye üzülüp, kendime periyodik alışkanlıklar kazandırmaya çalıştığım zamanlar olmuştu. üstelik süt içmeyi de çok seviyordum. başaramamıştım. çünkü böyle şeyler senin isteğinle olmaz. tıpkı sürekli belirttiğim geriye dönüp bakma mevzusu gibi. bir şey olur ve sen onu olduktan sonra geriye dönüp baktığında fark edersin. iyiyse iyidir. askerde her nöbet sonrası bir şarkıyı dinleyerek uykuya dalardım. gece üç buçukta yatağa girmiş olsam da, sabah altı buçukta kalkacak olsam da beynim ve vücudum o şarkıyı dinleyecek gücü tam altı ay boyunca buldu. ben bunu askerden çıktığım gün fark ettim. ailem arabada saatlerdir bekliyordu ve bunun makul bir sebebi vardı. gülümseyemedim. şimdi tekrar anımsadım.

zifiri karanlık gecelerde sol cebime attığım, izmit'in şahsım adına en değerli pasajından alınmış, kare şeklinde bir radyom vardı. şıklığa nazire yaparcasına tasalarnmış parkanın -ki kendisinin içine üç yüz sayfalık bir kitap sığardı- verdiği avantajı kullanarak cebimden çıkan kulaklığı vücudumun hiçbir yerinde gözükmeyecek şekilde kolumdan sokardım. ve kulaklığın ucu uzun bir yolculuk sonrasında parmaklarıma gelirdi. derince'nin da vinci'si gibi hissederdim kendimi. dört ay boyunca bu sistemimi kullandım. bir kere de yakalanmadım. sevdiğim bir şarkı çıkınca kitap okumayı bırakıyor, elimi kulağıma götürüyor, maksimum beş dakika elim kulağımda duruyor ve okumaya devam ediyordum. benim saatlerim bu küçük buluş sayesinde dönmeye devam etti.

iş bu radyoyu da botluğa saklardım. mantarlı terliklerin arasından süzülüp radyoyu aldığım sıradan bir gün arkadan bir ses duydum. döndüm ve korkulacak bir şey olmadığını anlayarak rahatladım. ''ne arıyorsun lan burda?'' dedim. askerde aranızdaki samimiyete güvenmek zorundasınızdır. onu ömrünüz boyunca özleyeceğinizi bilmeyerek. ''abi şu senin radyoyu bana versene be''' dedi. ''bunun için mi izledin beni? beş liraya izmit'in en iyi pasajında satılıyor'' diyemedim. ''al kardeşim. on ay boyunca beni hatırlaman kaydıyla sana bunu veriyorum.'' dedim. hem onun beni hatırlamasının hiç umrumda olmadığını bilerek, hem kapıdan çıktığım gün bir daha onu hatırlamamın imkan dahilinde bile olmadığını düşünerek söyledim bunu. askerlik böyle bir yer. o gün sorsalar o adamı nikahıma çağırırdım.

gülümseyemedim demiştim. çıkmadan önceki gece derince semalarında, askeri talim yapılmıyorken bir kurşun sesi duyuldu. o gün derince'ye bir daha gelmesi mümkün olamayacak sayıda çok yetkili geldi. derince de bir gün ünlü oldu yani. ben çok sevdiğim hyundai arabamıza binebilmek için yaklaşık üç saat bekledim. keşke canın sağ olsun diyebilseydim diye düşündüm. hayat ne garip değil mi? bir insan askerde radyosu olmasına rağmen kafasına mermi sıkabiliyor. bir insan kafasına mermi sıkmadan hemen önce beni facebook'tan eklemiş olabiliyor. kapıdan çıktığım gün, bir daha onu hatırlamamın imkan dahilinde olduğunu öğreniyorum. gülümseyemiyorum.

kendimi hyundai arabamıza atıyorum. bana dokuz yaşımdan beri verdiği mutluluğu arıyorum. beni bilgisayarımın başından uzun süreler kaldıracak, beni 'sen kimin oğlusun?' sorularına binlerce kere maruz bırakacak yerlere taşıyacak, beni şavşat dağı'na çıkartacak, beni tunceli yol ayrımından geçirecek bu lanet arabayı çok seviyorum. araba objesini, gitmeyi, yolları çok seviyorum. konuşmadan gitmeyi çok seviyorum. belki ilgisiz oluyorum. belki sıradan bile oluyorumdur. abbas'ın da filmlerini bu yüzden mi seviyorum? arabam var kalıbını duyunca o yüzden mi çok tanıdık gelmişti? güzel yazılar yazdığım, en azından kendimi öyle inandırdığım ve çok derin hissettiğim zamanlardı. mühendisliği bırakıp edebiyat okumaya karar vermiştim. güzeldi. kendimi yapabileceğime inandırmam bile güzeldi. bir kitabın ön sözünde bütün hayallerimi bıraktım. öylece kaldı. şimdi sadece deniyorum.

tam kendi hayat muhasebeme dalmışken bu yazıyı arabadan tutarak selimiye cami'ne bağlıyordum. istesem yine yaparım ama istemiyorum. o gün ne kadar büyülü bir ses duyduğumu, oraya nasıl gittiğimi, kiminle gittiğimi ve giderken nasıl yollardan geçtiğimi öyle güzel yazardım ki yazmıyorum. huzura nasıl erdiğimi, her rahatlamak istediğimde o sesi hayal ettiğimi, ilk ve son kez nasıl namaz kıldığımı, içimde durmayan savaşları ve ismet özel'i size yazmıyorum. belki bir gün.

işte size yazmadığım o harika yoldan geçiyoruz, kenarda ay çekirdeklerini görüyorum. yine. arabadan inmek istiyorum, iniyoruz. keşke annem, babam beni bu kadar sevmese diyorum. keşke.