14 Kasım 2012 Çarşamba

Lise Defteri Tadında Bir Basketbol Mucizesi


İlk kez bir karşı cinsi güldürebildiğimi orta okul servisinde fark etmiştim. Gerçi saçlarımın uzayınca kıvırcık olduğunu da lise üç gibi fark ettiğimi düşünürsek bana garip gelmiyor. O zamana kadar içimden geçen şeyleri söylemeyi pek sevmezdim. Bir de bir kız gülüyorsa, kötü şeyler olacak demekti. O dönemler genel olarak Lakers özentiliği yapmak dışında bir düşüncem de yoktu. Fenerbahçe babadan geliyordu, Lakers'ı ben bulmuştum. Çok uzun olmak gibi bir hayalim vardı ve kemiklerim çok fena ağrıyordu. Üç dört doktora gittik, hepsi de ''Kemikleri çok hızlı gelişiyor boyu fazla uzun olacak, tek sıkıntısı bu. 1.90dan az olamaz'' demişti. Neden 1.90? Neye göre belirlediler bilmiyorum ama o günlerde benim hayalim 1.90 olabilmek olmuştu. 


O kızı güldürdükten sonra hayatım bayağı değişti. Konuşmaya ve gülmeye başladım. Orta okul fena sayılmazdı. İyi erkek arkadaşlar edinmiştim. Bizim devlet büyüklerine en çok eğitim konusunda kızıyorum. Liseye geçme zamanını çok kötü ayarlamışlar, ben tam kendimi buluyordum. 


Lise yıllarımın başı çok sıkıntılıdır, hep söylerim. Özellikle ikinci sınıf. Ceketimi askıya astığım, gömleğimi dışarıya çıkarttığım ve kızların yüzüne tekrardan bakabildiğim dönemler. Orta okulun sonları ve lise iki arası bende yok, unuttum. O dönemler izlemek dışında basketbol oynamayı da öğrenmiştim. Arkadaşlar arasında iyi de oynuyordum. O yaştaki bir çocuğun hayali olan Fenerbahçe'de oynamak kısmını da yaptım. Maceram eğitim dolayısıyla pek uzun sürmedi.


Lisedeki ikinci senem, henüz sınıflarımızın bölümlere ayrılmamış olduğu ve şarkıların sözlerine bakmaya yeni yeni başlamadığımız dönemlerin başıydı. Sınıfımız basketbol oynayan çocuklar açısından verimliydi. Kendi aramızda hep oynardık, turnuva olduğunu duyunca koşa koşa gittik. Bu arada ben lisede 1.86'ya ulaşabildim. Daha fazlası olmadı.


Turnuva başladığı sıralarda aramızda aktif basketbol oynayan bir tek Engin vardı ama Çağrı ve ben eskiden çeşitli yerlerde oynamıştık. Engin bildiği ufak savunma taktiklerini beden derslerinde bize öğretir, biz de anlardık. Turnuvaya kendimizce iyi hazırlandık, bir şeyler yapmayı umuyorduk. Gelen takımları bayağı güzel eledik, o kadarını biz de beklemiyorduk. Hatta basitçe geçtik bile diyebiliriz. Biz yarı final yaptığımızda benim t-shirtümün üzerine herifin biri pis elini sürmüştü. Görünce çok sinirlendim. Çağrı'ya ''Ben oynamam oğlum, herkes görecek dedim''. ''Ya salak salak konuşma, ne kadar takıntılı bir adamsın sen?'' dedi. Çağrı net konuşmayı çok sever, uzattığını görmedim. O aralar cidden öyleydim. O takıntılarım nasıl geçti ben de bilmiyorum. Sanırım o zamanlar gereğinden fazla küçüktüm ama hafızamın unutamaması konusunda çözüm aramayı bıraktım. O geçmiyor. Çağrı buraları okuyorsa bunları nereden hatırladığımı düşünüp gülüp geçiyordur zaten.

Okulun iyi takımlarından biri finale çıkma mücadelesinde karşımıza geldi. Oyun kurucuları Efes'in oyun kurucusuymuş. Efes demek bizim için korku demekti. Gerçi bizde de Engin vardı, bayağı iyiydi. Biz bu klasmanın bir kademe altı olarak nitelendirilecek kısımdaydık. Bunun yanında, Çağrı ile aramızda hep garip bir bağ vardı. Ben perde yaparsam, o topu bana bir şekilde indirir ve sayıyı alırdık. Filmlerdeki gibi yani. Bence bu her şeye bedel. Bütün maç adamları anlayamadığım şekilde yakalayıp yakalayıp durduk. Bu direnişimize onların da sinirleri bozuldu. Engin o maç çok ayrı oynuyordu ama biz de sırıtmıyorduk. Biraz Çağrı, biraz da ben sayıya katkıda bulunduk. Aslına bakarsan kötüydük ama mücadele ettiğin zaman kendini kötü olarak etiketleyemezsin. Son dakikalara gelindiğinde salondan gelen hiçbir sesi duymuyordum. O heyecan anlatılacak gibi değil. Sadece topun ve takım arkadaşlarının sesini duyuyorsun. Sanki var olmayan bir filtre geliyor. Çok ilginçti. Bizim Engin iki tane serbest atış attı. Dönen topu kaçırdılar. İki sayıyla gerideydik. 

Ben hayatım boyunca kötü anlarda sağlam durabilmeyi başardım. Annemin de o malum deprem olduğunda evden koşarak giden babamı yakasından tutup, ''Nereye gidiyorsun?'' diye kapının eşiğine geri çektiğini hatırlıyorum. O yüzden sıkıntılı anlarda pek gerginlik yaşamıyorum. Ayrılıklar hariç. 

Bitime on saniyeye yakın vardı. Pek tabii topu Engin'e vermiştik. Ben anlamsızca koştum ileriye doğru. O zamanlar çok daha kiloluydum. Bir orada, bir de internet cafeye kaçtığımızda, lise müdürü bizi Kadıköy boyunca kovalarken o kadar hızlı koştuğumu hatırlıyorum. Engin de anlamsızca daha zaman varken orta sahadan topu salladı. Sanırım uzamasın diye yaptı. Top potanın garip yerlerine düşüp dışarıya doğru sekti. O an kenardaki arkadaşların tüm sesi kulağıma gelmeye başladı. 'Bitince böyle oluyormuş demek ki' diye düşündüm. Aslında daha önce de takımda oynarken maç yapmıştım ama bu sıradan bir maç değildi. Herkes oradaydı. Önemli, önemsiz, nefret ettiğim, çok sevdiğim, çok seveceğim herkes. Top bir şekilde önüme geldi. Çağrı benden daha öne koşmuş. Bana doğru bağırdığını hatırlıyorum ama duymamıştım. Topu tutmamla fırlatmam bir oldu. Hakemin düdüğü top havadayken çaldı ama bir yandan da elini sallıyordu. Top iki tarafa sekip girdi. 


''Ulan Eren kahraman oldun. Şimdi herkes seni konuşacak hem de kirli bir haldeyken'' diye düşünüyordum ki okulun basketbol takımının koçu ve aynı zamanda da hakemi olan herif yanıma geldi. ''Bitti oğlum bitti, geç çaldım ben'' dedi. Rakip takım da hakemin yanına geldi ''Hocam, yemeyin haklarını, resmen süre dolmamıştı. Bırakın oynayalım uzatmayı'' dedi. Kenara baktım. Herkes bize bakıyordu. Adi herifin işi varmış, o yüzden uzatmamış. Sonradan öğrendik. 

Benim de bu mallık dönemlerimden çıkıp, kendimi bulma dönemlerimin başlangıcıdır belki de. Kazandım mı kaybettim mi bilemem ama böyle. O gün o halimi tanıyanlar, şu günlerdeki halimde bulunan güveni hissetmenin benim gibi bir adam için ne ifade ettiğini iyi bilirler. O gün güzeldi o yüzden, unutulmadı.

İşte bana hep böyle oldu. Bir şeyler olur gibi oldu. Sonra ben hep ''Her bir yolumuzu kessen evelallah kayık tutarız, denize açılırız. Oraya da kaptan-ı derya karışır'' demek zorunda kaldım. Sorun yok. Basketbol oynamayı hala daha çok seviyorum. Hatta basket sahasının yanından geçerken onları bırakıp sahaya atlamak için fırsat kolladığımı iddia eden arkadaşlarım da mevcut. Neyse, elbet topun o süre dolmadan malum çemberden geçtiğini görüp tüm işlerini bırakarak benim uzatmalarımı izleyecek birileri ve bir zamanlar olacak. O zaman ben ya 'gol ulan gol' ya da 'sonunda basket ulan' yazarım. 


Hep diyorum ya; hiçbir zaman herkesin bilmesini istemedim.