3 Temmuz 2016 Pazar

haziran otuz

26 numaralı mavi bir kapıdan girdiğim güne tekabul ediyor haziranın otuzu. ben tekrar tekrar büyüyorum.

şairlerin neden maviyi bu kadar sevdiğini hiç merak etmedim ama sevdiklerini sevdim. hayatım çok büyük bir oranda sevdiklerimin sevdiklerinden beslenir zaten. ya da sevdikleri için onları severim. bilmem. hatta bir yazıda geçen ve belki de pencereyi açmama sebep olan 'hayatım mavi mi gri mi?' çelişkisini de yazarken etkilendiğim nokta tam olarak buydu. yani maviydi. gri ise daha çok isyan barındırıyor.

ben bir insanın sevdiğin kadar iyi olduğuna inanırım. ve sevmenin de sınırı olmadığına. ve son zamanlarda insanları sevmenin dünyanın en zor şeyi olduğuna. çünkü hayata neresinden bakarsan bak ikili ilişkilerin tek dayanağı vardır. umursamak. ve sevdiğin bir insanı umursamak zorundasındır. karakter özelliğinden bağımsız bunu yapmak zorundasındır. göstermek zordur. hele benim gibi adamlar için çok zordur ama o duyguyu hissetmeyi iyi bilirim. ve o duyguyu hissedememeyi de.

işte kapının içinde solda bir saat var. hep konuşmayı ilk öğrendiğim anı gösteriyor. işte saat orada. ilk konuşmayı öğrenmem ile birlikte naber demişim ben. insanları değil ama durumlarını çok umursarım. ve düşünürüm de. belki de bu yüzden ilk önce naber? düşünen herkes matematiği sever. kötü öğretmenleri olanlar hariç. ve matematik bir saatin anlamını çok iyi açıklayabilir. tıpkı o saatin üstündeki çarkın dünyanın düzenini açıkladığı gibi. evet yine o malum söz; çark bir tık atsa her şey güzel olacak gibi.

yeri geliyor o çark atıyor çünkü kendine her şeyi düzeltebilmeliyi yön edinmişsin. ve bir destekçi aramışsın, o çarkı tutmak için değil. sadece orada dursun ve yapabileceğine inansın istemişsin. bir de o çark düzelirse onun da çarkı gelip sorunsuzca dönsün istemişsin. insanoğlu hep bir şeyler istiyor. bazen de buluyor. çok ihtiyacın olan bir şeyi kazanırsın da hemen kaybedecek gibi hissedip ömrünün sonuna kadar susmak istersin ya, heh işte öyle bir şey.

ve çarklar döndüğü sürece umursarsın. çarklar hep dönmeli, saatler hep çalışmalı ve insan hep yeni yerlerde, hiç bilmediği zamanlarda olmalı. çok iyi bir insanla olmalı. onun için olabilecek en iyi insanla. dünyayı iyilik de kurtaracak sevgi de. bence dünya kaş üzerinden tekrar kurulacak. en azından benimki öyle yani. herkes kendi dünyasını kurtarsın ve bana karışmasın istiyorum. ve evet bu kadar basit her şey. çünkü neden karışık olsun ki? bir kez dönmeye başlarsa, bir daha durmaz. bu yüzden çarpışırız işte. şiir de bu yüzden yazılmıştı.

iş bu bahsedilen iyi insanlar üzüldüğünde her şey acı çeker bence. çiçekler gözlerden büyümeye başlar, ardahan'da bir imamın beş yaşındaki kızlarının giydiği çoraplar bir sanata konu olur ve yağmur yağar. temmuz'da yağmur yağarsa ben muhakkak üzülürüm. ben iyi insanların umursanmamasına dayanamayan bir adamım. belki de hayatta en katlanamadığım duygu budur. çünkü umursanmamak üzüntü getirir ve üzüntü de yağmur. yağmuru seven romantiklerden olamadım hiç.

iyi insanlar da üzgünken çocuk olurlar. gelip sahilde bir cafeden bize bakarlar. o çocuğun gözlerinde kendi çocukluğumu görürüm ama sana söyleyemem. ben sana göre iyi olduğumu bilirim. sen ne kadar kızarsan kız ben sana göre iyiyim. ben sana göre iyiysem dünyaya göre de iyiyim. ve sırf bu yüzden yağmur yağarken çocukluğum gibi bakan çocuktan mendil alırım. ona acıdığım için değil, üzülmesin diye alırım. çünkü çok üzülürsen ve istersen dünya dönmez. dünya sürekli yağmurla dönmez.

o mendil bir gün bir yağmuru dindirir ve kimse senin yanında benim kadar fazla olamaz.

neyse, benim doğum günüm çok kutlu oldu. hiç olmadığı kadar da mutlu oldu. sen de gerekirse sadece bu yüzden mutlu ol senelerce.


24 Haziran 2016 Cuma

bir şeyler bir şeyler ve yine bir şeyler

ufakken kendimi kahraman sanıp duvarları büyüyle kırmaya çalışırdım. yaparken bir yandan saçma olduğunu düşünüp, bir yandan da inanmaya devam ederdim. öyle bir gerizekalılık. sonra yaş biraz büyüdü, ruh çok büyümedi. penceremi kasıtlı açık bıraktığım ilk anlara denk gelen dönemler hayatımın en çok halı saha maçına sahne olan dönemlerdi. halı saha olsun, basketbol olsun kendimce iyi geldiğine inandığım bir totemim vardır. her maçtan önce kale direklerine bi şey yapıp uğur getirdiğine inanan kalecilerle de sanki hiç gol yemiyor diye dalga geçmeye devam ederim. çünkü eren olmak böyle. o dönemler pendik sahili'nden telekinezi ile selam gönderdiğim zamanlara da denk geliyor. yani güzel zamanlar. ve o zamanlar ben hakikaten halı sahada yaptığım asistleri birisine doğru yapardım. çünkü beni tanıyan bilir halı sahada asist yapmayı gol yapmaya yeğlerim. çağın gerisinde kalmış bir on numara olmayı severim yani. asist yaptıkça bir yerlerde bir şeyler ışıldıyor gibi inanırdım yani.

sonra bir şeyler bir şeyler oldu ve bir şeyler daha. eskisi kadar ayrıntı vermeyi sevmiyorum. yazı yazamamam da belki bu yüzden.

insan her zaman istediğini yapamıyor. karar almak manasız. kalbimin kesinlikle karşı çıktığı çoğu şeyi başka bir yerimle yapıyorum. üzülüyorum da. bir de hiçbir şey yapamadığımda üzülüyorum. aldığımı ona da alamadığımda, yediğimi paylaşamadığımda ya da giydiğimi giyemediğinde. aslında ayakkabılarımızı tahmin ettiğinden çok severdim diyemiyorum da. bazen kendimi çok iyi anlatırım bazense hala konuşamayan bir çocuk.

sürekli haksızlığa uğradığını düşündüğün birisine haksızlık yapabilmek için çok büyük bir baskı hissetmen gerekiyor. fakat baskıyı artık oluşturan da sensin. ben bir şeyi çok iyi öğrendim. hali hazırda bir denge var ve onu sağlamak bana düşmüyor. sadece olanı söylemeli insan. o kadar. bunu gerçekten anladım.

çünkü sadece benim görebildiğim bir açıdan bana çok güzel bir pas geldi. ben de pas yapmak istedim.

"hadi git maçını yap ve kazanmadan gelme"

kazanamadık ama. ama evet. bu umudumu hiç yitirmeyeceğim evelallah. ama biz varız. ben de buradayım. sen zaten bence hep oradaydın. her şeye çözümüm budur evet. tıkandığım her an çıkış kapım bu kadar basit oldu. ve huzur budur. blog adresinin söylediği gibi. onca dert ve sıkıntı hep olacak, önemli olan çıkış kapısının olması. ya da penceresinin.