8 Aralık 2013 Pazar

Vapurdaymış Gibi


Din öğretmenleriminden iki tanesini çok severdim. Birisi lisedeydi, belediye başkan adayı oldu. Birisi de ilkokuldakiydi. Benim ilk kez düşünmemi sağlayan adam olduğunu bilseydi ne hissederdi diye de merak ederim. ''Kaderinizdeki yolu kendiniz seçersiniz'' demişti. Ben o güne kadar kafamda planladığım her şeyi çöpe atmıştım. Benim anladığım, her şeyin belirli bir şekilde olduğuydu. Bize iş düştüğünü bilmiyordum.

Sonra gördüm ki, her şey bir seçime dayanıyor. Ailen ve ismin hariç. İlk okulların, belki orta okulların da senin elinde değil pek. Sonra sesin kalınlaşıp, süzüldüğün dönemler seçim yapmaya başlıyorsun. Ailenin hayatını ya da kendi hayatını yaşamayı seçiyorsun. Seni olduğun gibi kabullenmelerini ya da onların istediği gibi olmayı seçiyorsun. İnsanların sevdiklerini sevmeyi ya da kendi istediklerini sevmeyi seçiyorsun. İçinden geleni ya da doğru olanı seçiyorsun. Sevdiğin kızı seçemiyorsun. Sıcak bir sonbahar akşamında pencereyi açık bırakmayı ya da açık unutmayı seçiyorsun.

O gece de pencereyi açık bıraktım. İçeriye Işıldayan girdi. Işıldayan, bildiğiniz ışıldayan işte. Ama özel ismi olan, insan gibi. Ben birden uyanınca pek mantıklı konuşamam. Zaten uykudan uyanınca da sinirli olurum. Bir iki saat bulaşmamak iyidir dedim. Dedim de dinletemedim. Benim nasıl bir adam olduğumdan bahsetti. Neler yapmam gerektiğini söyledi bana. Hayatta en sevmediğim şeyin bu olduğunu söyleyemedim ama en büyük korkumdan falan bahsettim ben de. Bir insanın bana yakın olmasını istersem en büyük korkumdan bahsederim genelde. Bir erkeğin en savunmasız olduğu an en ideal andır. Bir de en sakat an. Savunmasız olmak erkeğe uymaz çünkü. Yine de, ''en güzeli olmasını istiyorsan, savunmasız olacaksın''. Işıldayan'a kızdım biraz. Bende yetiştiriliş tarzıma pek aykırı olan bir asilik olduğunu anlattım. ''Beni böyle kabul ettiler ama. Babam bile alıştı.'' dedim. Işıldadı. Sanki sadece ben görüyormuşum gibi ama. Böyle olunca ben çok etkileniyorum. Kendi kendime etkileniyorum genelde. Sonra nasıl oluyorsa ortak bir duygu haline geliyor. Ayrıca, böyle karşındaki her bir şeyi bilince konuşmak çok zevkli olmuyormuş da dedim. İlk yalanımı orada söyledim. Çok güçsüz olmanın manası yok diye düşünürken ilk yalanınızı söylersiniz. Devamı gelir ya da gelmez. Seçim yapmak tabii ki senin görevin. Işıldayan benim yeni uyanmış halim buysa, olgunlaşmış halim nasıldır diye düşünürken O'na çok büyük bir sır verebilmeyi istedim. Sonra alışmalara gelemeyen halim bunu sevmez diye düşündüm. Tam geç kaldığınızı anladığınız o ufak an vardır ya, hamle yapsan hamle bitmez, beklesen yüreğin el vermez. O sırada gitti. Sesini bırakıp gitti. ''Sesini duymayaydım iyiydi'' diye bağırdım. Duymuştur. Bazen olur öyle, geçen yazıda da söylemiştim. 

''Ulan ne gerizekalı bir adamım ben'' isimli kitabımı cebime koyup, Kadıköy'e doğru geçme kararını çok acil aldım. Gerizekalı bir adam olmak, benden adam olmaz umutsuzluğundan çok daha güzel bir seçim. Sonuçta içinde yine de bir çıkış var. Hem gerizekalı olmak eğlenceli. Olanlar bilecektir, sadece olanların anladığı muhteşem bir histen bahsediyorum. Bu tür hisler genelde iyi satar. Boşboğazlık, sakarlık ya da yukarıdaki tanım ile aklınıza gelen ilk şey gibi.

Kadıköy'e gitmek mutlak bir çıkış. Sonrası tamamen doğaçlama olur bende. Çünkü sonrasında seçmek gerekir. Vapur mu? Yer altı mı? Ter kokmak mı? Seçmek gerekir. Genelde seçmek gerekir.

Ben hep vapuru seçerim. Yani aslında ''vapurdaymış gibi'' olmayı seçerim. Vapura girerken kendimi çok büyük bir adam gibi hissederim. Herkesin yüzüne tek tek bakarım. Muhakkak ilk önce dışarıya çıkarım. Taraf veya Sol okuyanlara daha garip bakarım. Nedenini de hiç merak etmem. Karikatür dergisi okuyanların kız düşürmeye çalıştığını düşünürüm. Ben genelde karikatür dergisi okurum. Bir de kitap okursam, altını çizme ihtiyacı olur diye cebimden kalem çıkartırım. Acaba çok mu kız düşürmeye çalışıyormuşum gibi gözüküyor diye de düşünürüm. Orada bile gereğinden fazla düşünürüm. ''Çok çabuk yaşlanacağız'' derler. Yaşlanalım anasını satayım derim. Yaşayacak şeyler illa ki yaşanıyor zaten. Bir süre geçip kıçım donduktan sonra, erkekliği bir kenara koyup muhakkak içeriye geçerim. Ek olarak, vapurda çay içmem. Çay içersem bile, illaki küçük bardak ile içerim. Kulağımda illaki -illaki birleşik yazılır- kulaklık olur. Kapşonum varsa muhakkak kapatırım. Çok müthiş gözüktüğümü düşünürüm. Çünkü kapşonu olan ve müzik dinleyen erkekler müthiş gözükür.

İnmeye az kala, herkesten önce kapıya yönelirim. Sol kapı mı, sağ kapı mı diye seçmek zorunda olduğumu da çok iyi bilirim. Ben bazen basamağın önünde bekleyen ve arkasındakilerin onu beklemesi gereken adamım. Bazen de sağ yerine sol kapıyı seçip, arkasında bekleyen insanların olduğunu düşünen gerizekalıyım. Bunların arasındaki denge de yaşamak oluyor sanırım. Ben genelde dengesizliği severim. Belki de kendi içimdeki dengesizlikten ötürüdür. Ben bilemem.Zaten normal olmak da kimseye bir yarar getirmez. Aslında herhangi bir kimseyi umursadığım da söylenemez. 

İşte bazen dengem şaşıyor. Umursuyorum. Sonra diğer bir dengesizlik gelene kadar bir süre geçiyor. Her şeyi ilk kez yaşamış bir cahil edasıyla yaşadığım her olaydan değişik bir koku alıyorum. Hepsini ayrı ayrı seviyorum. Ben de böyle mutlu oluyorum. Zaten gerizekalılık da bunu gerektirir.

Ve muhakkak -ve ile başlayan cümlelerin dayanılmaz çekiciliğinden bahsetmiş miydim?- vapurdan inerken Işıldayan'ı görüyorum. O'na dönüyorum. Sadece ben gülümsediğini görüyorum.

''Ben büyüyünce Batman olcam Işıldayan'' diyorum.

Herkesin göreceği şekilde gülümsüyor. Feci kızıyorum.

--

bir daha okuyabilmek için: http://www.youtube.com/watch?v=MpAKi9WjxVs

17 Kasım 2013 Pazar

Dedemin Cenazesinde But Yedim


Yabancıların 'homesick' dedikleri, bizde anlamının ne olduğunu tam olarak bilmediğim bir olay var. Bende bunun ufak bir versiyonu mevcut sanırım. İstanbul'dan her çıktığımda garip bir huzursuzluk hissediyorum. Yani İstanbul'da olunca her şey daha iyi olacakmış gibi. Bunun derininde çocukluğumun tüm yazlarının geçtiği Çıldır, yani Ardahan olabilir diye düşünürüm hep.

Hayatımın hiçbir evresinde yalnızlığı sevemedim. Belki de korku haline getirdim. Bu yüzden de arkadaşlarıma ve sevilenlere karşı çok sahiplenici hatta bunaltıcı bir adam oldum. Aklım çalışmaya başladığı yaşlardan itibaren Çıldır benim için çok büyük korkuydu. Arkadaş yok, bilgisayar yok, bisiklet yok. Anneannem ve dedem var. En fazla ne yapılabilir?

Oraya adımımı attığım ilk günü öyle net hatırlıyorum ki bazen ben bile şaşırıyorum. Köyümüzün Gürcistan sınırına yakın olmasından ötürü, jandarma kontrolünden geçerek girdiğim toprak yola ilk arabamızla geçişimizi ve babamın bana o malum evi gösterdiği virajı, açıyı, 'Kenarbel' köy tabelasını unutamam. Evin yanına gider gitmez, kare kare kesilmiş kahverengi ve çimen dolu bir yığın görmüştüm. Acayip düzenli ve önemli bir şeymiş gibi dizilmişti. Merak konusunda çocukluktan gelen dürtülerin ilk adımlarını o gün ailecek hissetmiştik. Kare kare kesilmiş o şeylere arabadan iner inmez basıp içine batmıştım. Sonra onların birer tezek olduğunu öğrenmiştim. Boktan sanat yapılması fikri ve bunun sonunda açığa ısı oluşturan bir şey çıkması durumu dedemi gözümde dünyanın en akıllı insanı yapmıştı.

Diğer gün mecburi arkadaşım olan teyzemin oğlu traktörün kasasından atlayıp burnunu kanattığında, ben de anneme ağlaya ağlaya burnuma iki pamuk tıktırmıştım. Günün sonunda 'burnun yamulur bak, biraz daha tutarsan koca burunlu olursun' demişti annem. O gün değil ama başka gün basket oynarken dirsek ile yamulmuştu. Sonra beni zorla, komşunun bir çocuğuyla tanıştırdılar. Onlar da bizim gibi yaz tatili için gelmişlerdi. Ekmeğe eppek, zeytine zeytun demiyordu. Gidek, kalak, oynayak da demiyordu. Bayağı şaşırmıştım. İsminin önemi yok, Ömer olsun.

Belki zorunluluktan, belki de farkında olmadan çok yakın arkadaş olmuştuk. Arkadaşlığımızın nişanı olarak da iki tane sokak kedisini edinmiştik. İki ay boyunca onları büyütüp, bir şekilde İstanbul'a götürmeyi kendimize hedef bellemiştik. Fakat kediler çok pisti. İkinci gün, kovaya su doldurup kedileri bir güzel yıkadık. Kedilere ne kadar iyi davrandığımızı düşündüğümüz sıralarda iki kedinin de öldüğünü öğrendik. Hayatıma dair tutmayan ilk planım budur. Sonrası çok daha kolay şekilde oldu. Benim açımdan kurma kısmı hiç değişmedi zaten.

Kediler gidince, biz de pek fazla konuşamaz olduk. O yaz bir çok şey yaptık yine de. Fazla üzüntü vermeyen bir ayrılık yaşadık.

Ergenliğe girer girmez, ''bananö yööö ben gelmiyorum köye falan'' moduna girmem de kaçınılmazdı. Çok uzun süreler köye gitmedim. Sonra birden bir şey oldu ve ben kendimi köyde buldum. Başka bir şeyler de olmuş olacak ki Ömer de orada oldu. Bir kere bahsetmiştim, eski bir dostla konuşmak tekrar aşık olmaya benziyor sanırım diye. Seni tanır mı tanımaz mı çekingenliği falan. Tanıdı, ilk önce o geldi hatta. İki büyük adam olarak malum toprak yoldan yürümeye başladık.

Bana ilk kez bir köpeğin saldırdığı, iki tarafı taşla örülü ilk sapaktan saptık. Top oynadığımız zaman kullandığımız en yüksek taş yığının üzerindeki bir iki taş dökülmüştü. Yosma Teyze hala daha bordo eşarbını başına bağlamayı ihmal etmiyordu. Sarı renk yeleği de aynı solgunlukta duruyordu. Değişmeyen şeyler nasıl da güzel. Kazların sayısı sanki hep yirmi gibiydi. Ben on yaşındayken de yirmiydi, şimdi de yirmi. Kola ve cips satmayan bakkalın yanından da geçtik. İlk duyduğumda nasıl şok olduğumuzu hatırlattı Ömer. Annemden bir hevesle aldığımız paralar cebimizde kalmıştı. Kola ve cipsi geçtim, herhangi markalı bir ürün de yoktu. Hala daha yok mu diye bakmadık. Belki de öyle kalsın istiyorduk. Çıldır'ın merkezine giden tek taşıma aracı yine her zamanki yerinde duruyordu. Hala daha sadece iki kişinin arabası vardı. Birisi de dayım oluyordu zaten. İneklerin su içtiği göl kenarında biraz durduk.

Ömer'in hafızası en az benim kadar iyidir. Babamın peşinden nasıl hevesle balık tutmaya gittiğimizi anımsattı. ''Hiç beceremezdin. İlk yarım saatten sonra suratın asık asık futbol oynamaya kaçardık'' dedi. ''Ne yapayım oğlum? Babama benzemek hayatım boyunca yapamadığım ve hep uğraştığım bir şey oldu işte'' dedim. Cidden de sevmem balık tutmayı. Hala daha öğrenmek isterim ama. Çünkü babamın yaparken en çok zevk aldığı şey o. İlla ki bir bildiği vardır. Yine de babamla balık tutmaya niyetlendiğimiz her günün sonu kendimi basketbol sahasında bulmayı ihmal etmem. Bir şeyler yapacak kadar boş zamanım varsa, kendi sevdiğim şeyleri yapmalıyım diye düşünürüm. Belki de büyümek ve ısrarla babaya benzeyememek bu olsa gerek.

Uzun bir yürüme eyleminin ardından eve girdik. İlk kez bir kızı sıkıştırdığım odaya geçtik Ömer ile. O'na anlatınca nasıl kahkahalar attığımızı hatırladım. Henüz on yaşında falandık. Kızla saklambaç oynarken ''televizyonda gördüğüm şeyleri yapalım mı?'' tarzı bir muhabbet geçmişti. Sonra annem bizi yakalamıştı. İsmi önemli değil, Esma olsun. Esma bir daha benim suratıma hiç bakmadı. Ben her gittiğimde O'nu görüp gıcık gibi baksam da O bana hiç bakmadı. Hatta bunu yirmi yaşında bile yaptım. Sonra da pis pis güldüm. Esma hiç tanımamış gibi bakmayı nasıl başarıyor diye de aklımdan geçirdim. Beni gerçekten tanımıyor olma olasılığını hiç düşünmedim. Sonuçta ilk utanmalarımızdı. Esma belki sonradan bir daha hiç utanmamıştır. Ne güzel hayat.

Ömer keyifli keyifli ''senin anneyle baba lise aşkıydı di mi lan?'' deyip güldü. Onaylayıp, devam ettim. Babamın yaptığı haylazlıkları, iki köy arasında annemi görmek için yürüdüğü malum yolu falan anlattım. Sonra aslında nasıl sevgisini çok da gösteremeyen bir adam olduğunu anlattım.

Bayağı bayağı sustuk. Garip bir hüzün kapladı. İlk kez orada kötü bir rüya gördüğümü hatırladım. Rüyamda babamın beni sevmediğini, evlatlık vermeye çalıştığını görmüştüm. Sabah kalkınca annemleri köy evinde bulamayınca ağlamıştım. Annem sonradan sorunca da yataktan düştüğümü falan söylemiştim. Aynı o duygu doldu içime. Ömer'e baktım. Bir şeyler saklıyormuş gibi hissettim.

''Bu işler niye böyle olmuyor be abicim?'' dedi.

''Bak Ömer'' dedim. ''Ben babamı, annemi çok fazla seviyorum lan'' dedim. ''Ben on yaşında bile annecim, babacım diyememiş adamım oğlum.'' dedim. ''Ben gösteremem. Onlara duyduğun sevgi gösterilmez zaten. Sanki öyle olmalıymış gibi. Mesela kardeşim oldu. Her şeyden fazla sevdiğimden öyle çok sahiplendim ki en ufak şeyine bile fazla tepki veriyorum. Sanki ben uyarmazsam kötü yetişecekmiş gibi geliyor'' dedim.

''Bizim gibi büyüyen adamlarda bu hep böyle olur zaten. Senin suçun değil.'' dedi.

''Sonra, senin soruna geliyorum. Bu sevgi var ya, birikip birikip içinde gizli bir yerde depolanıyor. Sen onu evirip çevirip garip hallere getiriyorsun. Sonra birisini buluyorsun, zavallı. Tüm o içindekini O'na kusuyorsun. Beklenen, özlenen, açığa çıkan yapıyorsun O'nu. Seni doğurmamış, sana para vermemiş, seninle aynı odada yatmamış birisine gösteriyorsun her şeyi. Tabii ki garip karşılar. Kim dayanır oğlum buna? Kim kaldırır bu yükü? Manyak mısın sen?'' dedim.

''Neyden bahsediyorsun kardeşim sen?'' demedi. Bu işlerin hangi işler olduğunu ikimiz de iyi biliyorduk. Her konuşmanın sonu, her yazının noktası bir şekilde bu işlere geliyordu zaten.

Annem bizi sesledi. Tavuk yapmışlardı. Hayatım boyunca en çok sevdiğim akrabam olan dedemi hatırladım. O'nun cenazesinde tam 12 tane tavuk budunu tek başıma yediğim zaman nasıl rahatladığımı hatırladım. O gün hiç ağlayamamıştım.

''Ben but alayım. Başka bir yerinden verme.'' dedim anneme.

''Eppek yeyin oğul, doymazsınız.'' dedi anneannem.

Ömer güldü. Biliyordu.

Ben biraz üzüldüm.

4 Ekim 2013 Cuma

Ah Ulan Maviş


İnsan hafızası biraz saçma. En azından benimki öyle. Herhangi bir tarih ya da numarayı aklımda tutamam. Herhangi birisinin doğum günü aklımda yok. Kimden ne zaman ayrıldım, hangi gün tekme yemiştim, ne zaman mezun olmuştum hatırlamam. Ezbere bildiğim numara sayısı 3, yazıyla üç. Okuduğum, yaşadığım ve duyduğum şeylerin ise çoğunluğunu unutamıyorum.  Buraya kadar yazdığım cümlelerin hiçbirisinde abartma unsuru yok. Ciddi şekilde yaşadığım anı hatırladığım zaman, üzerimde ne vardı, o an ne yapıyordum gibi şeylerin hepsi canlanır. Bana söylenen herhangi bir şey de aynı şekilde. Verdiğim, tutamadığım sözlerin hepsi aklımda. Avantaj mı yoksa dezavantaj mı bu yaşıma kadar karar veremedim. Bana getirdiği tek nokta, çok ufak şeylere bile anlam yükleyebilme yeteneğim oldu. Hatırlamaktan en şaşkınlık duyduğum anlar ise çocukluk anılarım olmuştur.

Çocukluğuma dair hatırladığım anların genelinde ise Maviş var. Hatırlamaya başladığım anılar Maviş'in herhangi bir gün evimize dahil olmasıyla başlamıyor. Üzerimde yeşil bir kazak varken hatırlamaya başlıyorum her şeyi. Lacivert kafesi içinde, mavi tüylü muhabbet kuşum Maviş. Maviş fena halde hayatıma benziyor. Çok paralel gidiyoruz. Ya da ben yine herhangi bir şeye anlam yüklüyorum. Maviş ilk geldiği anlarda benim için büyük bir korku unsurundan başka bir şey değildi. Kafesine parmağımı uzatıp uzatıp çeker, kendimce eğlenirdim. Canlıları uyuz etmeye o günlerde başladım. Öyle her şeyden korkan bir çocuk değildim ama korktuğum şeylerden de esaslı korkardım. Hakkını verirdim yani.  Maviş'e güvenmem uzun zaman aldı. Sonrasında ise beni öpmesine falan izin verir oldum. Bir kaç kez ısırmıştı, umursamadım. Zamanımın çoğu Maviş ile geçiyordu.

Gelir düzeyi düşük, tek eğlencesi binanın önünde bulunan garajın üzerinde sıcak ev ekmeği yemek olan bir mahallede büyüdüm ben. O ekmeğin içerisinde eritilen yağın tadını bir daha hiçbir şeyde alamadım. Bana ilk ve son kez orada Eren değil de Tolga denildi. Tam olarak dışarıya çıkıp, yaşıtlarımla oynamaya başladığım dönemler de o sıralara denk geliyor. Maviş'i biraz ihmal ettiğim dönemler. Genel olarak misket ve futboldan oluşan bir çocukluğum oldu. Bir gün her şey değiştiğinde oraya mavi bmx bisikletimi ekledim. O günden sonra neler olduğunu kontrol edemedim zaten. Her şey çok hızlıydı.

Maviş'in kayboluş hikayesi burada başlıyor. Zaman geçirme aralıklarımız çok değişken olmakla birlikte, Maviş artık bizim evin en önemli simgesi olmuştu. Bir sabah, hiçbir şey yokken kafesini açıp gitmesi salak hayatımda anlayamadığım ilk şey oldu. Babama ''Neden gitti?'' diye sorduğumu hatırlıyorum. ''Öyle olması gerekiyormuş'' tadında bir cevap aldım. Çok küçüktüm, çok üzüldüm. Bu denklem hep doğru orantılı olarak büyüdü.

''Ah ulan Maviş, çok alışmıştım''. 

Alışmak berbat bir şey çünkü güçsüzlüğün dünya üzerindeki en geniş tanımı alışmaktır. Ben dünyanın en çabuk alışan insanı oldum çıktım. Şimdilerde, ''Burçlara mı inanmaya başlasam?'' diyorum. Ne de olsa dalga geçtiğim her şeyi yapabildiğim bir dünyada yaşıyorum.

Şimdi oturup düşündüğümde, babamla hiçbir zaman aynı olamayacağımızı o gün anlayabilmeyi çok istediğimi fark ettim. Ben hep nedenleri arayan ve ancak bulamayacağına ikna olduğunda pes eden bir çocuk -ve sonrasında genç- oldum. O pes hep çok şiddetli oldu. Üzerimdeki tüm etkilerini yırtıp, atıp pes ettim. Her olay için geçerli bir şey bu. Pes etmelerim hep çok sesli olmuştur. Yakıp, yıkmak şeklinde. Babam ise tam aksine kafasını eğmeyi severdi. Hala daha da sever. Korkarım ki hiçbir zaman O'nun kadar ''inançlı'' olamayacağım.

Maviş'in gidişine tam anlamıyla alışamadan -veya pes edemeden- geri gelişine alışmak zorunda kaldım. Saçma sapan bir şekilde Maviş kafesine geri dönmüştü. Çok üzüldüğüm için hayal gördüğümü falan düşündüm ama evdeki sevinç ortamı da yalan olamazdı. Bu sefer de ''Nasıl geldi?'' diye sordum. ''Bilmiyorum oğlum. Ne güzel işte'' cevabını aldım. Çocukluğumun en büyük boşluğu; Maviş, böylece oluştu. Yokluğuna alışabileceğim bir şeyi sevebilmek hala daha saçma geliyor. Maviş'i eskisi kadar sevdim mi bilmiyorum ama ölüşüne, gidişi kadar üzülemediğimi itiraf etmem gerek. O iki senelik arada büyümüş olabilme olasılığım da var ama denklemin doğru olduğuna inanırım. Kesinlikle daha fazla üzülebilirdim.

Maviş'ten sonra mutlu günlerim oldu. Babamın eve beyaz renk bir Doğan ile geldiği günler. Annemin babamın şöförlüğüne güvenmediği, sürekli dalga geçtiği günler. ''Sen ne anlarsın araba sürmekten?'' derkenki söyleyiş tonunu bile hatırlıyorum. Her gün aynı korku, her gün aynı gülmeceler. Babamın bir şeyler yapabildiğini görmek her zaman için mutluluk vericiydi. Arabanın sahibi, müdürünü sırf bu yüzden sevebilirdim. Sonraları kendi arabalarımız da oldu ama yine o tadı alamadım. Annem, babamın araba kullanabildiğine ikna olmuştu çünkü.

Geçmişin pek puslu olmayan o senelerinden aklımda kalan en güzel anım Maviş değildi. Bir gün gri, kareli pijamalarım ve hiç değişmeyen baygın, kendinden emin gözlerimle uyandığımda malum gözleri gereğinden fazla açtığımı hatırlıyorum. Odanın ortasında sadece Almancı çocukların bindiği bisikletlerden birisi duruyordu. Mavi Bmx bisikletim. Çocukluğumun 'gerçek' kahramanı. Yokluğuna alışamadığım. Dolma tekerlim.

O yaşlarda bile sevincini ifade edebilen bir çocuk değildim. Yine de en çok o gün sevinmiştim. Bence çok abartılıydı, anneme sorsak hatırlamaz bile. Benim sevinmelerim bu kadardır zaten. Şaşırmak gibi bir özelliği yansıtamıyorum. Bir de insanların anlamasını bekliyorum. Babam o gün illa ki anlamıştır. Bisikleti merdivenlerden aşağıya indirirken arkasında sırıtarak inen dana boyutlarındaki erkek çocuk muhakkak ki mutluluk kaynağıdır.

Garajın yanındaki merdivenlerden inerken burnuma o harika koku geliyordu yine. Yeni kızarmış ev ekmeği. Bmx'ime rağmen aklım orada kalmıştı. -Belki de bu yüzden kendimi 'ruhu şişman' olarak adlandırıyorum.- Son basamağa gelmeye yakın Ayhan Abi'yi gördüm. O'nu çok severdim. Beş yaşlarındayken, -her zaman olduğu gibi insiyatif almaya erken başlamışken- elime meyve bıçağı alıp, iki parmağımın arasındaki o deriyi kestiğimde beni Ayhan Abi kurtarmıştı. O güne dair bir tek O'nu ve ağladığımı hatırlıyorum. Gerisi silinmiş. O yüzden Ayhan Abi'yi çok severdim. Bana karpuz sattığı dönemlerde verdiği bedava karpuzlarla bir alakası yok. Ayhan Abi'ye bazen çok üzülürdüm. Bunun da O'nun kanser olduğunu öğrendiğim günle ve hayatımda duyduğum ilk ölümcül hastalığa sahip olmasıyla da bir alakası yok. O'nun oğlunun benim ilk 'hırsızlık arkadaşım' olmasıyla hiç alakası yok. O'nun oğlu yüzünden babamın bana ilk ve tek kez tokat atmasıyla da hiç alakası yok. Ayhan Abi'nin ölmesiyle belki alakası vardır. Ne ile alakası olduğunu tam olarak bilmiyorum ama Ayhan Abi'ye çok üzülür ve severdim işte. Bu duyguların hepsini hatırlamak güzel. Bisiklete bindiğim ilk dakikayı hatırlamak güzel. Babamın yüzüne bakarak başardığım ilk şeyi hatırlamak çok güzel.

Sonrasında o bilmese de yardımcı tekerlerin birini çıkarttım. Derken, ikincisini de çıkarttım. Babama söylemediğim her şeyde olduğu gibi, o dönemlerde de kötü şeyler yaşadım. Bisiklet ile ilk ciddi ölüm tehlikemi atlattığım günlerden bahsediyorum. Bir süre alıştıktan sonra ise babama çift tekerli bisikleti denemeye başlamamız gerektiğini söyledim. Biraz karşı çıktıktan sonra kabul etti. Hala daha aynı şeyler oluyor. Babam ilk önce karşı çıkar, en fazla iki saat sonra kabul eder. Önceden yaptığım şeyi tekrar ettim ve babama başarabildiğimi gösterdim. Dünya üzerinde en sevdiğim duygu bu olabilir. Bir kaç tane daha var ama bilinmesi gereken bu.

''Ah ulan Maviş, insan alışıyor işte. Yokluğuna da alışıyor. Bu da bir tür alışmak. O yüzden alışmalar güçsüzlüktür, bazen de gücün kendisidir. Bu da seni ilgilendirmez.''


Mavi bisikletimi hala daha unutmadım. Hala daha bir yerlerden çıkar diye umuyorum. En sevdiğim renk mavi. Ben büyüdükten sonra hiç gerçek bir mavi bisikletim olmadı. Umudumun kaynağı belki de budur. Binemesem bile evin bodrumunda bir bisiklet bulunduruyorum. Bindiğim anlarda bana hala daha huzur veriyor ama maviye boyayamıyorum. Gelecek zamanlarda bir muhabbet kuşu almayı düşünüyorum. Mavi tüylü bir kuşun ismini Maviş koymamak istiyorum. Belki de çok sevilen ve klasik şeyleri bu yüzden sevemiyorum. Geleneksel bir 'içi' olan, gelenekleri hiç sevmeyen bir adam olmam -yine- belki de bu yüzden.

.
.
Diyorum ya; ''Ah ulan Maviş''.

--

yazıyı bir daha okursanız, bunu dinleyerek okuyun: http://www.youtube.com/watch?v=cIlWezHfMow

23 Mart 2013 Cumartesi

Şekersiz Çay ve İyi İnsan Olabilmek Üzerine



Her zaman olduğu gibi yatağa bir sürü düşünceyle girmiştim. Uyumak, öncesi olduğu için güzeldir. Uyumadan önce kahraman olabilir, okulunuzu bitirebilir, ailenizi sevebilir ve aşık olabilirsiniz. İstediğim her şeyi sadece benim bilebileceğim kadar çok düşünüp, hepsini unutarak uyudum.

Evin babasının bulunduğu kahvaltılar özeldir. Evde kaynağı olmayan bir neşe ve her daim sucuklu yumurta vardır. Sen günleri unutmaya çalışsan da kokusu uyandırır seni. Bilirsin günü ve yapılması gerekeni. Her yaşımda, beklenmeyen ve asi bir çocuk olduğumdan bildiğim şeyleri uygulamayı pek beceremedim. Uyandıramazlarsa da, sofra kalkmadan kahvaltıya gitmem mutluluk sebebi sayılırdı mesela.

O gün erken kalktım. Telefonumdaki mesajı gördüm. Okumadan attım kenara. Penceremin tam köşesinde biten perdeyi aralayıp karşıdaki pembe - beyaz binaya ilk kez görüyormuş gibi baktım. Sokağın gözüken kısmında yine aynı çocuklar vardı. Yine bizim oynadığımız oyunları oynamıyorlardı ve yine azlardı. Kardeşimin gür sesinden ve kokulardan tanıdım Pazar gününü. Babam çıplak çıkmama kızar diye; beş liraya alınan ve hayat kurtaran penyelerimden birini alıp geçtim balkona. Hayatımın ufak bir kısmı haricinde gündüzleri asık suratlı uyanırım. Zaten genelde, dışarıda olduğum saçma neşeli adamı eve yansıtamam. İşte, benim gibi adamlar babalarını ne kadar sevdiğini gösterebilmek için evlilik öncesi konuşmasını beklerler. O yüzden de çok hevesle aşık olurlar.

Babam o sabah belediyeyi öven şeyler söyledi, ben de siyasi karikatür dergilerinden görüp özendiğim kalıp cümleleri kurdum. Kimsenin tarif edemeyeceği o gerginliği yaşamak baba ve oğula çok yakışır. Hiçbir erkek çocuk babasının istediği adam olamaz zaten. Ben de olamadım. Yine de annemin çayı kaç şekerli içtiğimi bilmesini istedim. Çünkü çok sevdiğim bir arkadaşım, ‘’Dünyada seni en çok seven kadın çayı kaç şekerli içtiğini bilen kadındır’’ derdi. Annem yüzündeki Pazar’a özgü gülümsemeyle içeri girdi ve ‘’Oğlum iki şeker attım çayına’’ dedi. Annelerle düğünden önce konuşulmaz diye O’na tam oracıkta gülümsedim. Dünyada sizi en çok sevdiğini düşündüğünüz kadından ne isterseniz onu istedim ben de: Salakça bir şeyden bunun karşılığının benim için ne olduğunu anlamasını.

Yemeğin ağırlığıyla odama girdiğimde yapmam gereken şeylerin fazlalığı aklıma geldi ve yatağa geri döndüm. Yatakta uzanırken dinlenen şarkılar hiç olmadığı kadar güzel olur ya, öyle hevesli dinledim hepsini. Bazı şarkıları eskiden niye sevmediğimi anlamanın acısını çektim yine. Olanlarla alakası yoktu hiçbir şeyin, sadece şarkılara kızdım. Kendime de kızmadım çünkü anlayabilseydim severdim. Kendimi suçlayabildiğim bir dönemde de değildim ayrıca. O günlerde şarkı dinlemek iyi olmuyordu. Okulu ne zaman bitireceğimi, bugün gördüğüm kızın saçının ne kadar güzel olduğunu ve artık çayı şekersiz içmem gerektiğini düşündüm. Hayatta en çok korktuğu şey unutulmak olan bir adam çayı şekersiz içmeliydi. Hemen o gün şekeri bırakmaya karar verdim. Sonra her şeyi ne kadar aceleye getirdiğimi, belki de bazen kaderimi yanlış seçtiğimi, insanların beton dediği şeylere gökdelen tadında anlamlar yüklediğimi ve sonra beton olduklarını unuttuğumu düşündüm. Tanışacağım ilk kızla, gittiğimiz ilk yemek fişini saklayacak kadar unutkan olduğumu bilerek düşündüm bunları. Yine aynı zaman için anlatacak çok şeyin biriktiğini bilerek düşündüm. Ayrıca annemin beni sevebilme hakkını elinden almak bana yakışmazdı. Hala daha iyi insan olabilmeye çalıştığım o günlerde, bu yükü kaldıramazdım.

Telefonumu attığım yerden aldım. Otuz tane mesaj atıp, gelecek bir mesajı beklerken, operatör ya da bir kampanya mesajı gelir de deliririm diye telefonu bir köşeye attığım lise yıllarım geldi aklıma. Artık hiç heyecanlanamadığımı fark ettim. Mesajı açtım.

‘’Takma kafana demiycem ama geçiyor bir zaman sonra, korkma.. Geçiyor da gidiyor da, biliyorum. İyi insan olmaya devam et yeter’’ yazıyordu. Ben ne yaşadığımı daha bir gece önce unutmuştum. Hatırlamak için de çok erkendi. Uyuyup uyanmalarım arasında geçen süreyi de bilmiyordum. Bildiğim tek şey iyi insan olabilmeye tutunmam gerektiğiydi. Beklenmeyen bir şeyle karşılaştığınızda kötü bir insan olduğunuzu düşünürsünüz. İşlemediğiniz suçlar üstlenir, beklenmeyeni yapanı korumaya devam edersiniz. İlk kahramanınız babanız size iyi insanların başına iyi şeyler geleceğini öğretmişti çünkü. Babanıza ilk kez o zaman kızarsınız. Hayatın her ayrıntısını size anlatamadığı için. Bunun anlatılmadan öğrenilmesi gerektiğini bilmek ağır gelir diye kızarsınız. Ben de kızmıştım, o yüzden iyi biliyorum. Anneme de kızdım ama çay konusunda sadece tek şeker düşürebildim. Ne kadar korkarsam korkayım, unutulmanın da mümkün olduğunu ve bazen güzel bile olduğunu anlayınca yaptım onu da.

Sonra o gece, bir sürü kadına aşık oldum. Hepsine çayı kaç şekerli içtiğimi anlattım. Hatırlayanlar oldu. Şekeri kendisi atıp getirenler bile oldu. Kadınların cesaretine hayranım. Bir sürü hata yaptım o gece. Bilerek de yaptım, bilmeyerek de yaptım. Bol bol söz verdim yine. ‘’Ben verdiğim sözleri tutarım’’ diye büyük konuştum yine. Söz verdiğin zaman, sadece kendine vermediğini unutarak yaptım bunları. Unutmadan yaşayamazsın çünkü. Unutmak sadece insanlara uygulanan bir diriliş şekli değildir. İnsanları da unutamazsın zaten. İnsanın kafası karışmak için vardır derler, fazla takılmamak lazım.

‘’İyi şeyler yaptığım dönemlerde kötü şeyler geldi başıma. Sonra iyi olmaya devam edebilmek için kötü şeyler yaptım. Farkında olsam bile farkında değildim. Kötü şeyler yaparken beni uyardığını ve benim göremediğimi de biliyorum. Bana kızamadığını da biliyorum. Bilen insan bunları yapmaz çünkü. Ben hala daha iyi olabileceğime inanırken bazı şeylerin nedensizce olabileceğine de inanmak zorunda kaldım. İşin kötü yanı; ben hala daha aptal gibi inanmak zorunda kaldım diye bitiriyorum cümlemi. Gerçekten de nedensiz şeyler olabildiğini anlamanın acısını yaşıyorum yani. En azından, tekrardan iyi bir insan olabilmeye çalışmayı hak ediyorum sanırım. Başka türlü aşık olunmuyor’’ yazdım. İletilip iletilmeyeceğini umursamadan bir kenara attım telefonu. Kalktım, yüzümü yıkadım. O malum kokudan günün Pazar olduğunu anlamıştım. ‘’Anne ben artık çayı tek şekerli içiyorum, haberin olsun’’ dedim. ‘’Bil istedim’’ diye de ekledim. Anneme olan sevgimi en açık o gün gösterebildim.

 --

Blogum Dergi, Mart sayısında yazdığım bir yazı bu. Burada da bulunsun. Yeni bir yazı daha yazacağım. Umuyorum yani.

27 Şubat 2013 Çarşamba

Kadıköy Hakkında Bazı Şeyler


On beş yaşıma kadar Pendik dışında bir yere çıkmadım. Zaten Pendik konusunda da evin bulunduğu alan dışanda bir yer benim için yok gibiydi. Kadıköy ile sevdamızı anlatabilmem için mecburen ve çok mutlu şekilde Fenerbahçe'den bahsetmem gerekecek. Sonrası hayatımı kapsar ama burası biraz taraftarlık barındıracak. Öyle olmak zorunda. Babam çok ağır Fenerbahçe taraftarıydı. Her erkek çocuk gibi babama çok özeniyor, Fenerbahçe yenilince üzülmeye çalışıyordum. Babamın bana zorla Fenerbahçe'nin sarı kaplı meşhur marş kasedini ezberletmeye çalıştığı yıllardı. Kaset hala daha salondaki dolapta durur. Saklamayı pek sevmeyen bir aileyiz ama atılmayacak bazı şeyler vardır. Babamın holiganlığı çok uzaklarda kaldı ya da fazlasıyla bana geçti bilemiyorum ama Kadıköy ile ilk tanışmamız Fenerbahçe sayesinde oldu. Şükürler olsun.

Stada ilk ayağımı attığımda ölecek gibi bir hisse kapılmıştım. Herkes zıplıyor, bağırıyor, küfür ediyor. Pek alışık olmadığım bir heyecandı. Stad yıkılacak gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Sonrasında o saçma ve sadece bir takımı bu derece hayatına bağlayabilen adamların tanıyacağı duygu geldi. Babam artık maçlara gitmez ama o ilk günkü heyecanı bana bıraktığı için O'na ne kadar şükrettiğimi bilseydi, gurur duyardı. O gün Kadıköy ile son buluşmamız olmayacağını biliyordum. Çok sevmiştim. Akraba ziyaretlerinde gidilen yerler oturduğunuz yerlerden farklı yerler değildir. Hem genelde gece gidersiniz, hem de evden çıkılmaz. Sanki aynı semtte başka bir ev gibi yani. Bu, Pendik dışında zaman geçirdiğim ilk gezme eylemimdi. 

Orta okulun sonlarına kadar Pendik'ten dışarıya çıkmamaya devam ettim. Zaten dışarıya çıkmayı pek sevmediğim yıllardı, kendimi de tanımıyordum. Bir gün dershane hocam eve geldi. Tercih zamanı gelmiş ve ben çok stresliydim. Ne istediğimi, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Dershane puanlarıma göre girebileceğim yerleri sıraladık. Orta seviyelerden sonrasını fazla konuşmadık. Ben orta seviyelerinin sonlarındaki bir okulu gözüme kestirene kadar fazla bir şey de söylenmedi. 

''Kenan Evren Anadolu Lisesi'ne Pendik'ten nasıl gidiliyor?'' diye sorduğumu hatırlıyorum. Hocam beni azarlamaya başladı. Bu puanlarla böyle düşük yerleri hayal edersem güzel şeyler olmazmış. Kadıköy zaten benim gibi bir çocuk için çok tehlikeli bir yermiş. Oranın öğrencileri bizim kafa yapımıza uymazmış. Yine de kazanırsam çift katlı otobüslerle gidebilirmişim. Kadıköy'deymiş yani okul. Tam olarak Fenerbahçe Stadı'nın yanındaymış hatta. Bulmakta sorun yaşamazmışız. 

Söylediği son cümleler dışında hepsi silinmişti aklımdan. Bir çocuğun kahramanı olan babası delicesine bir takım tutuyorsa eğer o çocuk da deli olmak zorundadır. Hele o yaşlarda babasına o kadar özenir ki babası bunu hiçbir zaman anlayamaz. Fenerbahçe'nin yanında olma düşüncesi benim tüm bedenime işlemişti. Sınava kadar pek fazla şey düşünmedim. Sınavlarda heyecanlanan çocuk olamadım hiç. Girdim, ne yapabiliyorsam yaptım ve çıktım.

Kendimi birinci yedekler sonrasında Kenan Evren'de buldum. Babam hiçbir şeyi unutmaz. Ben bu huyumu nereden aldığımı hiç düşünmedim zaten. ''O günden takmıştın zaten kafana'' dedi. ''Olacağı varmış işte'' diyebildim. Belki de garip bir his gelmiştir, anlamışımdır diyecek halim yoktu. İlk hayal kırıklıkları o dönemler başladı sanırım. O günden itibaren hep beklenenin biraz altını başarabilmekle geçti hayatım. Bir şeyler başardım ama istenilen şeyler değildi. İşin garip tarafı, ben hep eğitim konusunda elimde olanlarla yetindim. Konu hayat ise tam tersi oldu. İnsanlardan da bana bunların yettiğini anlayabilmelerini beklemeyi çok uzun süre önce bıraktım. Beklenen şeyler umrumda olmadı hiçbir zaman. 

Kadıköy'e ilk gittiğimiz gün Suavi'yi gördüm. Hayatımda gördüğüm ilk ünlüydü. Resmen heyecanlanmıştım. Babamı çekiştire çekiştire gösterdim adamı. Bunlara alışmam gerektiğini ve ünlü adamların genelde buralarda gezeceğini söyledi. Yeni bir okul, yeni bir heyecan ve ne olursa olsun Anadolu Lisesi kazanmış bir evlat fena sayılmazdı herhalde. Babam mutluydu yani. O gün bana ilk kez kontör aldı. Orta okulda telefon kullanmadım. Liseyi kazanınca zamanın en güzel telefonu olan tombul 6600lardan almıştı babam. İlk aldığı kontörü bakkallardaki hediye beklediğim kazı kazanlar gibi heyecanla kazıdım. Yeni bir Suavi görebilmek heyecanı daha ağır basmış olacak ki kontörü düşürdüm. Arabalar aldı götürdü. Bulamadık kartı. Babam böyle şeylere pek kızmaz ama kaygılanmıştı. ''Sen ne yapacaksın bu Kadıköy'de? Bir şey beceremezsin diye korkuyorum'' dediğini unutmadım.

Kabuğundan henüz çıkamamış bir adam için çok zordu ilk günler. Sonrasında çok iyi okullar kazanan adamların yanındaydım. Onlarla diğer haylazları ayıplıyorduk. Bu okula eğlenmek için değil, hem eğlenmek hem de okumak için geldiğimizi söylüyorduk. Hiçbir şeyin orta okul kadar kolay olmadığını söylüyorduk. Üzerimizde süveterimiz vardı. Gömleklerimiz pantolonların içindeydi ve sıcak havayı umursamadan giydiğimiz ceketlerimiz vardı. Gömleklerimizin son düğmesi bile bağlıydı. İçimizde atletler vardı. O gün çok büyük konuşmuşum, sonradan anladım.

Bahariye'nin oralardan aşağıya doğru inerken o sene okuldan kaç kere kaçtığımı düşündüm. Eve devamsızlık hakkında kağıt gidip gitmeyeceğini umursamadığımı gördüm. Telefon mesaj kutumu açtım bir de. Birkaç sene önce mesaj yazmayı bilmediğimi unutmuştum. Beraber konuştuğumuz adamlar puan rekorları kırarken ben Call of Duty konusunda uzmanlaşmaya başlamıştım. Öğlen okula dönerken ise akşam çıkışta yapacağımız Play Station ve üzerine gelecek Şöhretler Büfe sefasını hayal ediyordum. Ne gelecek, ne ders, ne de aile beklentileri umrumdaydı. Süveter giymeyi bıraktım. Ceketim hep askıdaydı. İçimizde artık t-shirtler vardı. Biraz da farklı heyecanlar.

Hafta sonları maçlara kendim gelmeye başlamıştım. Fenerbahçe'yi tek başıma sevmek çok güzeldi. Babamın mirasını gururla taşıyor gibiydim. Babam bu kadar heyecanlı olmamdan pek memnun değildi. 2006 yılında ilk kez ağladığımda sebebi Fenerbahçe'ydi, belki de ondandır. Sonrasında başka sebepler de buldum. Hiçbirisi ilki kadar içten olamadı. Çoğu şeyin tamam olduğunu düşünüyordum. Babam da çok değiştiğimi söylüyordu. Tabii ki olumlu anlamda değil. ''Ne olduysa Kadıköy'e gittikten sonra oldu'' dediğini de hiç unutmuyorum. 

Moda yolunda yürürken herhangi bir arkadaşım ilk kez içki içmişti. Ne büyük terbiyesizlik. Ne gibi bir ortama girdiğimi sorguluyordum. O günden itibaren hep sorgulamaya başladım. Hala daha sorguluyorum. Sonra çıkıp pilav yerdiğimizi hatırlıyorum. Nohutlu olanı en güzeliydi. İsrail göçmeni bir abiyle aramız çok iyiydi ama içten içe korkardık O'ndan. Çok garip bakardı adama. Yine de her gün oraya giderdik. Play Station oynarken telefonlarımız çekmezdi. Kim ararsa bilirdi bunu. Sonra Balon'un karşısına geçip derdimizi o pis denize dökerdik. Aramızdan birinin derdi olurdu hep. Genelde aynı adamların olurdu. Bazılarının da derdi olurdu ama haberimiz olmazdı. Benim bazen kendi dertlerimden bile haberim olmuyordu. Herkes birilerini severdi. Kimse birbirine söylemezdi. Bazıları aynı kişiyi sevdi. Onlar bile söylemedi. Akmar Pasajı bizim için İngilizce demekti. Başka bir anlamı varsa da bilmiyorum. Yazıcıoğlu Pasajı'ndan geçerken porno filmleri zorla bize vermeye çalışan abiyi kimse sevmezdi. Bazı zamanlarda para üstümüzü vermediği de olmuştu.

Sonra biz çok lazımmış gibi aşık olmuştuk. Aşk bir tarafı dağıtırken, bir tarafı da birleştirirdi hep. 

Ulaşım olarak trene kullanmaya başladığımız yıllar korkuları attığımız yıllardı. Benim bir yazımda bahsettiğim, Balon'u ve tüm rıhtımı cepheden gören o herkesin bilmediği boşluğu keşfettiğim zamanlardı. Haydarpaşa'dan indiğinizde büfelerin yanında kalan o cepten bahsediyorum. Orada ben bazı kadınları düşündüm, bazı hayallerimi de düşündüm. Hala daha gittiğimde aynı heyecanı yaşadığım başka bir yer de orasıdır. Orada insana sevdiğini söyleyemezsin, belki evlenme teklif edersin. O kadar güzeldir. Öyle bütün görür Kadıköy'ü. Kitap ayracı geniliğine sığdırılmış bir ilçe düşünün. Benim bunca yıl Kadıköy'ü en net görebildiğim yer orasıydı. Hayatımın en net kararlarını da orada verdim hep.

Lise bitti, üniversite başladı. Ayrılanlar oldu, daha çok birleşenler oldu. Taksim, Beşiktaş geldi girdi aramıza. Çok fazla yer gördük, çok fazla insan tanıdık. Çok fazla insan sildik. Çok fazla kurtardık dünyayı. Burger King'e gitmeye başladık. Pizza denen şeyle tanıştık. Bazılarımızın yanında ilk defa kızlar oldu. Tek Büfe'deki Koca Reis'i tanıştırdık herkesle. Her gittiğimizde hangi üniversitede okuduğumuzu sordu, her seferinde tekrar unuttu. Hep aynı esprileri yaptı bize, yine güldük.

Biz hala daha utanmadan aşık olduk. Biz hala daha utanmadan Kadıköy'ü çok sevdik. Ne yaşadıysak hep orası olsun dedik. Hep Kadıköy bilsin. Taksim'e falan güvenmedik hiç. Fenerbahçe'nin olduğu yer kötü olamazdı zaten. Büyüdüğümüz yer kötü olamazdı.

Sevilen her kadın o Bahariye yokuşundaki pastaneye götürüldü. Oturulacak yerler hep aynı oldu. Rexx'in iki tarafındaki sokaklardan başka fazla alternatif yoktu zaten. İnsanlara onları sevdiğimizi hep rıhtım tarafında söyledik. Her bir caddesini tek tek bilmemize rağmen Boğa'da buluştuk. Bazen Haldun Taner'de. Hesabını yapmayalım bunların.

Ben Pendik'te doğdum, Kadıköy'de büyüdüm.

Bir gün bana bir kez daha sevebilme hakkı verirseler eğer, Balon'un tam yanındaki o demire tutunmayı planlıyorum konuşurken. Öyle kaçak ve korkak sevmeler değil de, heyecandan delirerek söyleyeyim diyorum ne lazımsa. Saati iyi ayarlamak lazım, sonra gerekirse koşarız zaten. Oradan stad en fazla on beş dakika.


5 Şubat 2013 Salı

Bir Çocuk Neden Yazı Yazmaya Başlar?


Toplum yapısında yazılmayan bazı kurallar vardır. Her ailenin herkes tarafından sayılan, bir şeyler başarmış ve burnu herkesten havada olan bir adamı vardır. Arkasından konuşulduğunu, türlü küfürler yediğini ve sevilmediğini bilir. Bununla gurur duyduğu da olur. Sekiz ya da dokuz yaşlarındayken o akrabamız bizdeydi. Bayramlarda para verdiği için seviyordum onu, bir de aynı takımı tuttuğumuz için.

Ara sıra hediye de alırdı bana. Henüz okumayı hiç sevmediğim dönemlerde garip bir hikaye kitabı almışlardı bana. Yaşımı da çok net hatırlayamıyorum ama on biri geçmesi imkansız. Çocukluğumla ilgili çoğu şeyi hatırlarım. O kitaptan aklımda kalan hiçbir şey yok. Kitabı okurken neler düşündüğümü hatırlıyorum sadece. Bir insan nasıl ve niye yazı yazar diye düşünmüştüm. Bunları yazan adamın bize ne anlatmaya çalıştığını düşünmüştüm. Sonunda hiçbir şey bulamayıp ben bir şeyler yazmıştım.

Üç tane domuzcuğun hüzünlü hikayesini yazmıştım. Okuduğum tüm kitapların aksine kötü bitirmiştim sonunu. Üç domuzun hüzünlü hikayesi kimin dikkatini çeker ve ne için okunur diye düşünmeden yazmıştım. Bir çocuk neyse, büyüyünce o oluyor ya oradan bakabilsek mutlu olurdum. Çocuklarla ilgili düşüncelerim de çok iyi değildir. Çocuk yuvalarından geçerken onların büyüyüp değişik türlerde insanlar olabileceği gerçeğini kendime kabullendirmek çok zor gelmişti. Garip garip ve hepsi iyi çocuklar var. Bazıları gıcık veya yaramaz oluyorlar. Yapabilecekleri en kötü şey hasta numarası yapmak olan insanlar büyüyüp nasıl bu hale geliyor diye de düşünmüştüm. Sonuç olarak ilk hikayemi o gün yazmıştım. O'na götürdüm. Kendisini o kadar yukarıda gören birisinden övgü almak insanı mutlu ediyordu. O'ndan övgü almak annemi ve babamı gururlandırırdı. Hiç kimseden utanmadan götürüp hikayeyi verdim onlara. Hiçbir zaman hiçbir akrabamla samimi olamadım. Ömrüm boyunca en ileri gittiğim nokta da budur.

Hikayeyi çok beğendiler. O yaştaki bir çocuğun bunları yazması çok garip geldi. Bir de değişikmiş. O gün insanların ne kadar gerizekalı olduğunu anladım. Hepsi değil ama çoğu öyle. Farklı gözükürsen güzel olursun. Hikayeyi götürürken beğeneceklerini biliyordum çünkü bizim bir şey oluşturmamız bile onlar için yeterliydi. Babam üniversite okumamıştı mesela. Üç kere kıyısından döndüğünü bilmezler ama. Bir kere babasının, bir kere annesinin öldüğünü bilmezler. Babamın herkesten iyi matematiği olduğunu bilmezler mesela. O zaman da hayal kurmayı çok seviyordum. Gece yazar olmayı, sürekli bir şeyler yazmayı düşündüm. Sabah kalktığımda babam kafamdan yapmam için bazı matematik işlemleri sordu. O konuda da iyi olduğumu anlayıp oraya yöneldim. Yazı yazma kısmı her zaman için arka planda kaldı.

Hayatımın belirli bir yaşına kadar hiçbir şey düşünemediğimi ve tam bir salak olduğumu çoğu kez anlattım. Bunu da düşündüm. Acaba herkes bir evrim geçiriyor mu yoksa bazı kişiler hep iyiler mi? Ben şu anki halimden memnunum ama beş sene önceki halim korkunç geliyor. İki sene önce yazdığım yazılar komik bile gelmiyor. Bunları yazan adamlarla dalga geçerdim. Bunu bilmek çok kötü. Beş sene sonra dalga geçeceğim adamlar da benim şu an yazdıklarımı mı yazıyor olacak? Bunlardan bağımsız olarak; çevremdeki bazı adamlar sanki hep iyiydi. Hiç kötü olamadılar ve hep çok yeterliydiler. Belki de ben büyüttüm bilmiyorum ama yeterli noktaya gelebilmek için herkesin gelişmesi gerektiğini düşünemiyorum. Bazıları gelişiyor, bazıları hep iyi ve bazıları hayatları boyunca silik. Bazıları hayatları boyunca en ön sırada oturur, en iyi üniversiteyi kazanır ve yaşamazlar. Kendi hissettiğiniz şeyler sizin sıfatınızı belirler.

Silik olmaktan kurtulduğum dönemler şiiri sevmeye başladım. Birkaç sene önce şiir okuyan adamlarla dalga geçiyordum. Bazen sevişen insanlarla da dalga geçmiştim. Cemal Süreya'nın en çok sevdiğim şair olması hayatımın bir diğer özeti olmaktan öteye de geçmedi işte. Dünya üzerinde en çok sevişen şair olabilir, bu da beni ilgilendirmez. Bazı adamları sadece görüşlerinden ötürü sevmemeyi öğrendiğim dönemler de o dönemlerdi. Yılmaz Erdoğan'ı bile sevmiştim. İnsanlar Onur Ünlü'yü yargılarken neden dini araya katarlar bilmem. O şiirlerine dini katabilir, bu da sizi ilgilendirmez. Sevişme kısmının beni ilgilendirmediği gibi. Koca memeli Akdeniz kadınları betimlemesini yapmak kolay bir şey değildir.

İnsanları umursamaya başladığım dönemlerden de bahsetmiştim. O dönemlerde bir kişiye yazmanın ne kadar zevkli olduğunu gördüm. Beğenilmek de hoşuma gidiyordu. Ekleri ayırmıyor, imlaya dikkat etmiyor ve iğrenç el yazımla aklıma ne gelirsa yazıyordum. Tipinizi bazı insanlar beğenir, bazıları beğenmez. Sesinizi de öyle ama el yazınız berbatsa berbattır. Benim o kadar kötü ki yazar olabilme olasılığımı yükseltiyor. O derece kötü. Şu güne kadar kendisine yazıp verdiğim yazıları tamamıyla okuyabilen birisi varsa beni çok sevmiştir ya da ne bileyim.

Ara sıra da aşık oldum. Bir çift göz bulup aşık olduğunuzda imlaya da dikkat edersiniz ama çaktırmadan yanlış yaparsınız. O zamanlar yazmak çok zevkli değildir. Yazmak da istersiniz. İnsan bazen zevk vermeyen şeyleri de yapar. Kendinizin olan ve adamın henüz üç yaşındaki kardeşini kıskanmasını sağlayacak kadar garip olan bu duyguları paylaşmak güzel değildir. O dönemlerde ne yazdığımı gerçekten hatırlamıyorum. Güzel şeyler yazmışımdır çünkü ben aşık olunca güzel oluyorum. O bitince kötü oluyorum. Kötü adam oluyorum. Kötü adam olmaya da son senelerde başladım. Öncesinde pek bir bilgim yoktu. Bir daha olsa, bir daha unutsam güzel olurdu ama o işin ayrı bir boyutu.

Bu sıralar kısa öyküler dışında hiçbir şey yazamıyorum. Hesap vermeyi sevmiyorum ama kendime kızıyorum. Benim en büyük hayalim yazabilmektir. Zamanında söylemiştim ya; beni yargılayacaklarsa yazdıklarımla yargılasınlar çünkü bazen yalan söylüyorum. Yazarken onu yapamıyorum. Yazdığım şeyleri sevmek beni sevmekten daha kolay. Zaten beni mi sevdiler, yazdıklarımı mı sevdiler onu hiç anlayamadım. Sonuç olarak yazdım da durdum. Şimdi de sadece duruyorum.

Ne paylaşabilecek bir hüzün var ne de aktarmak istediğim başka duygular. Öyküler için de biraz düşünmek gerekiyor. Eskisi kadar düşünemediğimi anlıyorum. Yirmi iki yaşında olmak böyle bir şey sanırım. ''Ay kendime en çok kızdığım nokta çok fedakar olmam ve insanları çok umursamam'' ünlüsü bile değilim artık.

Her ne olursa olsun iyi ki yazmışım. İyi ki hayal etmişim. İyi ki insanlar beni okuyor. Kimseyi umursamam ama dünya üzerinde en çok önem verdiğim şey olan yazılarımı umursayanları elimde olmadan umursuyorum. İçlerinden birisi bana hayatımda duyduğum en güzel cümleyi söylemişti: ''Okumak yaşamaktır, yazmak özgürlük''

Tekrar unutulacak şeyler bulmak, güzel adam olmak için yazmaya devam. Özgürlük peşinde koşmaya devam. İlk okuduğum kitap Martı'dır ki Martı özgürlüktür. Severek hatırladığım ve hiç unutmadığım şey ilktir diye inanırım. Şüphesiz ki saygı duyulacak bir adamdır ama Ömer Seyfettin'i hiç sevmem.

E.