31 Ocak 2014 Cuma

Karakter?

Bazen şey diyorum, şey. Bir sürü şey söylemek istediğim zamanlarda şey diyorum. Bir de ''tamam.' diyorum. Bunu da yeni öğrendim. Yirmi üç yaşımdan sonra tamam diyebilmeyi öğrendim. Bu dönem içerisinde sabır etmek ile bile sınanıyorum. Düşününce, son yıllarım sabır edebilmeye çalışmakla geçti. Sonra sabır etmeyi öğrenmekle. İnsanların bu tarz şeyleri karaktere bağlamasını da anlamlandıramıyorum. Karakter bu kadar değişken bir şey değildir diye düşünüyorum. Karakter daha belirgin olmayan şeyler olmalı mesela.

Karakter diye adlandırdığınız şeyler genel olarak korkular ya da alışkanlıklar aslında. Ya da ben öyle görmek istiyorum. Sonuç olarak benim görmek istediğim şey benim açımdan daha önemli. Benim çok fazla konuşmam ve bunun yanı sıra kendimi yanlış ifade etmekten bu kadar korkmam bir karakter olmamalı. Ya da sözümün kesilmesini hiç sevmemem. Birden çok şey söylediğim zamanlarda, söylediğim ilk şeylerin üçüncü ya da dördüncü şey yüzünden umursanmayacağından korkmam asla karakter olmamalı mesela. Veyahut hislerin tepkilerini ya da hissettirdiklerini görmek istemek karakter olmamalı. Bir şey kafamın içinde dönüp dururken, onu durdurmadan hayatıma hiçbir şey yokmuş gibi devam edememek karakter olmamalı. Bunlar insanlık görevi olsun mesela. Karakter olmasınlar. Karakter olmasınlar çünkü karakter insanların her olaydan kaçmak için kullandıkları en basit silah. Ben basit şeyleri sevmiyorum. Silahlarla ilgili bir fikrim yok. Nerede kullanıldığına göre değişir.

Bu gibi şeyleri neden düşünüyorum? Çünkü ben hep düşünüyorum. Bu da karakter mi? Yoksa şu malum ayın bulunduğu konum ve doğum günümüz ile mi ilgili? Ya da belki kaderdir. Her neyse, çok yoran bir şey. Belki de değiştirilemeyen şeyler yoruyordur, bilmiyorum. Genel olarak bilmiyorum.

Mesela karamsarlık ve umutlu olma durumunu da karaktere bağlıyorum bazen. Sonra kendime kızıyorum. Çok karamsar olanlara da kızıyorum, biliyorsunuz. Benim umudum çoğu zaman diğerlerinin karamsarlığını kapsamıyor. Rahatsız oluyorum bazen. Böyle zamanlarda da çok az şey yaşamış gibi olan adama dönüşüyorum. Basit adam. Kendi kendime adam diyorum, pek tabii asla değilim.

Ben aslında sadece şey yazmak için gelmiştim. Bir yokuşu çıkarken, bir kapıdan geçerken yahut hiçbir şey yokken mırıldandığım bir şey var. Tepkisizlik karakter değildir. Olamaz. Olsa olsa es geçmektir, görmezden gelmektir, belki yorgunluktur. Hep, bir ucu da bir nebze umursamazlıktır. Ya da umursayamamaktır. Bilmiyorum. İnsan en çok, umursadığı kadar umursanmadığını düşündüğü anlarda neyi umursuyorsa ona sarılır gibi geliyor. Yine bilmiyorum.


6 Ocak 2014 Pazartesi

Banliyö Trenleri Tekrar Açılmış


Bir ağaç ve benim aynı gün 'ilk kez' görülmüş olma olasılığımız nedir? Ya da bir ağaç ve benim aynı gün ilk kez görülmüş olma olasılığımızın benim yolumda bir değişiklik yapmasının olasılığı nedir? Yolumda olacak olan değişikliklerin olasılıkları nedir? Çok fazla düşündüğüm konusunda çok uzun süredir hemfikiriz. Çok da fazla olasılık hesaplarım. Tutup tutmamasıyla pek fazla ilgilenmeden. O gün de yine fazla şey hesapladım. Beynimin yanmasına çok az kala, çok saçma şeyler yaptım.

Sadece kendim için yürümeyeli çok fazla süre olmuştu. Bir şeyleri düşünmekten kaçarak yaşamaya çalıştığımız uzun bir süre. İnsan böyle zamanlarda kendi için bir şeyler yapmaktan çekiniyor. İnsanın kendi kendine çekinmesi ne garip. İşte öyle saçma bir anda gittim o banka. Onca senedir yürüdüğüm yolun üzerindeki herhangi bir bank. Herhangi birisiyle oturulabilecek herhangi bir bank. Herhangi bir bank olmasına rağmen, henüz denenmemiş herhangi bir bank. O gün konuşacak birisine ihtiyacım vardı ve oturdum.

Konuşacak birileri her zaman bulunur ama zeytinli poğaça sevmediğin halde, elinde gereğinden fazla zeytinli poğaça olmasını açıklayabileceğin insanlara ihtiyacın var. Ya da görür görmez baygın gözünü pörtleteceğin bir köpeğe. İşte böyle bir günde, bir ağaçla ilk kez kesişebilmenin olasılığı düşüktür. İnsanın hayatını değiştiren olayların hepsi ama hepsi düşük olasılıklardan oluşur. Hiç tahmin edemeyeceğin şeylerden. Çok düşük olasılıklardan. Belki hiç olmayacakmış gibi olanlardan. Büyük olasılıklar tatmin etmez. Oluştuğunu gördüğüm şeyler hoşuma gitmez. Hayatımı bu tür ufak olasılıklara sığdırmak ne kadar doğru bilmiyorum ama en azından kendi istediğim gibi yaşıyorum. Neyse, köpek diyorduk. O gün çok fazla köpek vardı. Kuduz olma olasılığı olan bir köpek tarafından ısırılmamın bir ayı henüz dolmuştu. Yine de, ben bankta otururken köpekleri değil, neyi düşündüğümü düşündüm.

Böyle anlarda çok alakasız sahneler aklıma gelir. Belki de alakalıdır, bilmiyorum. Beyin konusunda pek düşünme ve seçme hakkına sahip değiliz zaten. Üniversiteye gittiğim ilk yıllardı. Okulun yokuşunu çıkarken, dört erkek, bir kız iken ve konuşabilecek, abartılabilecek bir sürü şey varken neden birisi çıkıp da ''Hayattaki mottonuz nedir?'' diye sordu bilmiyorum. Sonuç olarak mühendislik okuyorduk ve konuşacak daha hakiki konular olmalıydı. Yani onların olmalıydı. Ben genelde mühendis gibi davranamazdım. Hala daha davranamıyorum. Ben o gün ilk kez şu meşhur ''tesadüf diye bir şey yoktur'' kalıbını kullanmıştım. Arabadakilerin hoşuna gitmiş olacak ki ''şansa da inanmam bu arada'' diye ekledim. Utanmadım. Genelde utanmam. Bir de unutmam. Unutmamak şu yönden iyi: Bu hikayeyi hatırlayacak herhangi birisi yok. Sadece ben biliyorum. Sadece sizin bildiğiniz şeyler iyidir.

Tam o sırada, zeytinli poğaça sevmediğim halde elimde gereğinden fazla zeytinli poğaça olmasını yadırgamayan, ''banliyö trenleri tekrar açılmış biliyor musun?'' dedi. ''O zaman gidilecek yer belli'' dedim. ''Senin hikayelerinin oluşum noktası hep buraya çıkmak zorunda mı?'' da diyebilirdi. Demedi. Daha güzel bir şey söyledi. Gittik, denizde yüzdük.

Yazdığım şeyleri tekrardan okumayı sevmem. Belki de çok değer verdiğimdendir. Ama kafamda gezdirmeyi çok severim. Banliyönun açıldığı gün, kafamda hep malum Kadıköy yazısı vardı. Malum parmaklıklar, malum şeyler. Fener'in maçı yoktu. Zaten kaçmaya da gerek yoktu. Yazının o kısmı saçmaymış. Bunları düşünürken, utanmadan yürümek zor olmalı. Ama olmuyor. Bir yandan da Metro'nun girişinden gelen şu şarkı var ki değmeyin keyfime. Yıllardır duyup da umursamadığım seslerin en birincisi. Bir şekilde, kafamın bir yerinde yer etmiş meret. Zaten düşünce olsam, ben de kesinlikle benim kafamda bulunmayı isterdim.

Zeytinli poğaça sevmediğim halde elimde gereğinden fazla zeytinli poğaça olmasını yadırgamayana bir sır verdim. ''Bir hayal kur, bitene kadar özgürsün'' dedim. ''Kafa karışıklığı ve umut aynı anda gelirler. Sen birisini seçersin.'' dedim. Köpek görmüş gibi pörtletti gözlerini. İki baygın, iki pörtlek bir normal yapar mı? Yapar.

Eve dönerken düşündüğüm tek şeyin periyodik tekrarlayan çat çat çat sesi olduğunu söylemek istiyordum. Çünkü bu salak ve güzel şeye benden başka takılan insanlar da olmalıydı. Bir durak boyunca kaç çat çat çat sesi çıkıyor? Bunu başka birisinin daha düşünme olasılığı nedir? Düşük. O yüzden de güzel.

Yağmuru seven iki insanın yağmurda yürümeyi hiç romantik bulmamaları da düşük olasılık ama oluyor. Bu da güzel. Böyle kesişen eylemler yaşama amacınızı arttırır. Ben yine de yalnız olarak yağmurda yürüdüğüm bir gün, hiçbir romantik eylem içermeyen herhangi bir filmi izlerken düşünebilirim kendimi. Çünkü o filmde benim beklenmedik düşük olasılığım var.

-Yarın kahvaltı yapalım mı?
-Hmm. Nerede yapıcaz?
-Ardahan'da.
-Ne? Ardahan mı?
-Hee. Gelmez misin?
-Babanın köyü olan?
-Evet.
-Tamam gidelim.

Gittik. Bir daha hiçbir şey aynı olmadı.

Şarkı. Yine aynıydı. Her yağmurlu gün, herhangi erkek adam, herhangi güzel bir kadına bu şarkıyı atmak zorundadır.

Çünkü, ''Kendin ol, başkalarının ne dediğini umursama'' diyor. Biraz fazla düşünürsek, güzel söz.