tag:blogger.com,1999:blog-30588378624487639562024-03-14T12:36:13.081+03:00O Değil DeBiraz senden, biraz benden, kimsenin söyleyemediklerinden olsun istedim.. Karmakarışık, düzensiz ama bütün; yani İstanbul gibi.Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.comBlogger41125tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-19040821440121101092023-03-12T13:43:00.002+03:002023-03-12T13:43:29.901+03:00muhtemelen üsküdar sahil<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjROqjutOiY00jMPkpV0Nr4ESGOsIqLa3bSaOx9C_vBzb1I1Rza9Xq3KcrjOP-RQlk62veajcIf6xdxFcI7pi5eaX9d5w1AhsOyvh-DQ8C0yP_-hqCJpUPFXB5_ClhtwG0ylSQruDu3tjAGuUpq-coXw3MT9m5KWBkvlT9Ay4k5CNQ7DDS6TwxAQL6lvA/s5088/AHISTUSKU082.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3303" data-original-width="5088" height="208" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjROqjutOiY00jMPkpV0Nr4ESGOsIqLa3bSaOx9C_vBzb1I1Rza9Xq3KcrjOP-RQlk62veajcIf6xdxFcI7pi5eaX9d5w1AhsOyvh-DQ8C0yP_-hqCJpUPFXB5_ClhtwG0ylSQruDu3tjAGuUpq-coXw3MT9m5KWBkvlT9Ay4k5CNQ7DDS6TwxAQL6lvA/w374-h208/AHISTUSKU082.jpg" width="374" /></a></div><p>uzun süredir, bir süre boyunca bir şeyler yazmış olabilmenin ne kadar ağır ve zor bir durum olduğunu düşünüyorum. ucu güçsüzlüğe dokunabilecek herhangi bir düşüncem gibi; kendi kendime. bu iş nasıl yapılıyordu ve gerçekten hissettiğim kadar iyi miydim şüphesi kafamda her daim mevcut. genel hatlarıyla kendine çok güvenli ama mükemmele ulaşmak için sonsuz yol varmış gibi hisseden biriyim. seneler ilerledikçe yazdığım eski şeylere duyduğum utanç da azaldı. o yüzden ara sıra yazdığım kağıtları karıştırıyor ve nasıl bir insan olduğumu hatırlamaya çalışıyorum. çünkü her şey çok hızlı ve ne yazık ki verimli. yavaş olan ve çıktıları kimse tarafından denetlenmeyen hayatımı öyle özlüyorum ki bazen yaşayarak bunu atlatamayacakmışım gibi hissediyorum. işte bu hissi yenmek için tekrar bir kağıt çıkarttım. </p><p>bazı <a href="https://www.youtube.com/watch?v=gYRcxfGB9SM">şarkılar </a>bende yazı yazma hissi uyandırıyor. bazı durumlar da öyle. bunun hep sürmesi ihtimalinden bahsederdik ve isterdik de. periyodu azalmış olsa da varlığını bilmek güzel. üsküdar sahil'deki büfede sosisli beklerken ve sonunda gibi olmadan vapurda bulunabilmenin ferahlatıcı duygularının bünyeme bıraktığı tadı almaya çalışırken hissettiğim şeyleri tam olarak anlatamayacağım için bu satırları yazmaya başladım. çünkü orada yoğun bir özlem duygusu tüm benliğimi ele geçirdi. bazen böyle olur ve oturup düşünmek yerine aklına gelen ilk şeyi yaparsın. hayat devam etmek ve elinde olan şekliyle kendini kabul ettirmek zorunda.</p><p>böyle şeyleri dile getirmeyi çok sevmesem de zehra'ya dönüp, faruk'un bu büfeye gelirken yolda beni arayarak iki çift kaşarlı karışık tost söylediği günleri çok özlediğimi söyledim. hiçbir zaman o kadar boş, hiçbir zaman o kadar verimsiz olamayacağımızı bilmek içimde hakikaten esaslı bir sancı oluşturdu. çirkin erkeklerle dolu çevremizde yaşadığımız ve bu anda var olan tüm iletişimsizliğimize rağmen ince bağlarla, hala daha birbirine tutunmaya çalışan o gerçek duygu her şeye rağmen hep vardı. zubi'nin elinde yirmi tane ıslak hamburgerle yaşadığı heyecan ve doğuş'un yirmili yaşlarda okumaya başladığı için utandığı kitaplar. geyikli gece. oruç aruoba. tophane'de lakers maçları. gece 03:00'da babamı arayıp kartal merkezden beni almasını söylemek zorunda kaldığım anlar. bir yandan hep hayatımın merkezinde olmuş ve zehra'nın bile plan yaparken bana maç gününü sormasını gerektirecek manyaklıkla bir fenerbahçe sevgisi. her şey ne kadar yoğun ve çokmuş. her şey korkutucu derecede gerçek. lise hayatım ve türkçe rap kapüşonlusuyla bahariye'den inişim. doruk ile yirmi kişilik bir arkadaş listesini tek tek çizmemiz ve 2023 yılında haklı çıkmış olmamız. umarım birbirimizin üstünü de çizmemişizdir. onunla iq puanımız aynı çıktığında çok fazla sevinmiştim. çağrı'ya neyim var ki şarkısının sözlerini çıkartabileceğimi kanıtlama çabalarım. çoban, yusuf ve erdal ile buluştuğumuz ve sadeleştirilemez paydalar. onlara zehra'yı ilk anlattığım günler. sakarya'da bir cafede oturup pasta yerken kaçırdığım ilk galatasaray maçı. ortasından kesip intrenete koyduğumuz fotoğraf. ilk kez birlikte maç izlerken kırmaya ramak kaldığım koltuk. benim bazen hiç sakin kalamadığım gerçeği. bunu arkadaşlarıma anlatırken benimle gurur duymalarına gurur duymam. öyle çok şey paylaştık ve öyle boş şeyler konuştuk ki ben bir daha hiçbir zaman o dönemlerde yaşadığım kadar yoğun bir arkadaş olgusu hissedemedim. hiç kimseye de ağırlığı olan şeyler anlatmadım. insan yirmi yaşında yaşadığı taşkın duyguların hayatı için böyle büyük ağırlıklar oluşturabileceğini tahmin edemiyor. gittikçe zayıflayan ama var olmaktan da vazçgeçemeyen bağların hayatını bu denli titrekleştireceğini de. </p><p>tüm bu duyguların çıktığı senelerin üç, dört sene sonrasında ben bambaşka bir adam oldum. neden aranmadığımı, neden habersiz bırakıldığımı ve neden bazen tüm bağları kendi ellerimle oluşturmaya çalışıyormuşum gibi hissettiğimi anlamaya çalıştım. kendini bencillikle suçlayabilecek bir insan olduğumu düşünüyorum. buna rağmen sonuç hiç öyle çıkmadı. insanların anlayamayacağını ya da yorumlayamayacağını düşündüğüm konularda çok fazla cümle kurmamaya başladım. bunun bir ucu kendini beğenmişliğe mi uzanıyor yoksa insanların çoğu zaman diğer bir insanı hiç dinlememesine ve tamamen yüzeysel hallerine mi? bilmiyorum. insanların dahil olduğu her şeyden çok yoruldum ve her şeyden çok bıktım. beni her detayıyla dinlediğini bildiğim ve gerçekten bir şeyler değiştirmek için yorum yaptığına emin olduğum yalnızca bir kişi varmış gibi hissediyorum. muhakkak başka paydaşlar -bu kelimeden nefret ederim çünkü iş hayatının bana kattığı şeylerden hoşlanmam. silip başka bir kelime yazacaktım ama samimiyetsizliği sevmediğimin bir anlatısı olarak alalım bunu- da var ve hala bazen yoğun şeyler hissetmek mümkün ama periyotları o kadar uzadı ki ben bazen var olmalarını sorguluyorum. çünkü var olmak çok yoğun ve çok büyük bir olgudur. var isen var olduğuna yakışır şeyler yapmalısındır diye düşünürüm çok uzun zamandır. var isen gerçekten var ol ve var olduğunu karşındakine hissettir diye telkin ederim kendime. karşımda da hep bunu isterim. işte bunun gerçekliğini bir kez sorguladığın zaman hayatın bir daha hiç eskisi gibi olmuyor. muhtemelen olmayacak da. burada bulunan muhtemelen kelimesi eren tolga onur'un kısa özetidir. hiçbir zaman ucunda umut bulunan bir kapıyı kapatmak istemem. her zaman, hep bir şeylerin olabiliceğini düşünürüm. ben böyle yaşıyorum. </p><p>bir sürü kişi hayatıma giriyor, bir sürü kişi tüm bu saydığım insanlardan çok daha yakın oluyor ve hatta kendisini benim omzumun yanında görüyor. tost yemiyorum ama bir sürü şey yiyorum. zehra da dahil oluyor. yiyoruz. zehra'nın dahil olduğu bağlarım muhakkak daha kuvvetli oluyor. bizim ilişkilerimiz nedense yemek ekseninde kuruluyor. sadece yemek yemek için kilometrelerce yol gidiyoruz. hiçbir zaman sarıyer'deki tavuk dönercide aldığım tadı alamıyorum. muhakkak hala kadıköy merkezdeki börekçiye gidiyorum. serkan yılmaz'ı göremiyorum. tek büfe'de yirmi tane hamburger yediğimiz günlerden sadece iki tane patso yediğimiz günlere uzanan bir kitap yazılır gibi hissediyorum. tek büfe korkunç hale gelmiş. boğanın altında zurna dürüm yemek istiyorum. bir kg sütaş kaşarı el ile kopararak yemek istiyorum. el yapımı burger işi keşke bu kadar büyümeseydi diyorum. hep ama hep yemek yemeyi düşünüyorum. hayatım ne yiyeceğimi düşünerek geçiyor. ben on sekiz yaşımdayken de böyleydim. tutarlılığım ne hoş. henüz hafta başında, o hafta sonu ne yiyeceğimizi sorardım çocuklarla. bir de hep ritüellerim vardı gerçekleştirmeden rahat etmediğim. biliyorsun, ritüellere bayılırım. esnaflarla çok samimi olmayı sevmem ama aynı esnaflarla muhakkak iletişim halinde olurum. sakarya'ya gidersek ve ıslama köfte yemeye karar verirsek -ki veririz-, istanbul'a döneceğimiz gün son kez gittiğimizde, bize üzüldüğünü düşündüğümüz -ve muhtemelen hissettiğimiz- garsonu muhakkak ararım. bulamam. muhtemelen bugün izinlidir diye düşünürüm. muhtemelen.</p>Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-88728428083918316592020-06-08T22:20:00.000+03:002020-06-08T22:20:07.908+03:00yol<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://1.bp.blogspot.com/-oxLRsm0EC5s/Xt4szBLaBLI/AAAAAAAACAI/KvsU1s82tFYl2CvkjsjGdJY0s4Wpudx5ACLcBGAsYHQ/s1600/19533710_20130624150645619.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="538" data-original-width="960" height="223" src="https://1.bp.blogspot.com/-oxLRsm0EC5s/Xt4szBLaBLI/AAAAAAAACAI/KvsU1s82tFYl2CvkjsjGdJY0s4Wpudx5ACLcBGAsYHQ/s400/19533710_20130624150645619.jpg" width="400" /></a></div>
''beceriksizsin ama başarılısın. bu da artık nasıl oluyorsa.'' demiştin. gülmüştük. insanın aslolan karakterini öğrenmesi için yüzlerce esaslı sınav geçirmesi gerektiğini öğrendiğim dönemlerde, mutfaktayken ne kadar da salak olduğumu fark etmiştim. ben belirli bir yaşa kadar kendimi her şeyi yapabilecek birisi olarak nitelerdim. o yaşlardan sonra içsel çöküşüm ve aslında manevi yükselişim başladı. insanın koskoca dünya üzerinde bir nokta olduğunu düşünen gerçekçilerden değilim. yine de tüm dünyanın kendi noktam olmadığını öğrendim. kendimi sıradanlaştırmaya çalışmaya başladığımdan beri daha huzurluyum.<br />
<br />
büyüme esnasında tasvip etmediğim birçok şeye maruz kaldım. hepsinin temelinde sevgi olsa da sevgi her şeyi çözmüyor. bazen sorun oluşturuyor. çoğu zaman yeterli de olmuyor. yola kendimi attığım ve arabalara çarptığım günlerde kendimi, ruhumu ilk kez hissettim. birey olabilmeyi okuyarak öğrendim, yürüyerek yaşadım ve sonunda bir sabah, gelecekte pendik belediyesi ekipleri tarafından sonsuzluğa uçurulacak bir bankta oturdum. kendimi dört sene boyunca yorgun hissettiğim bir dönem vardı. isyan etmiyordum ama hakkıyla yaşadığımı da söyleyemem. ben o banka yorulduğum için oturmamıştım. ben o banka merak ettiğim için oturdum. bütün üniversite hayatım boyunca yalnızca iki kez ciddi manada öğretim görevlileriyle münasebetim olmuştu. birisini sana özel olarak anlatırım. diğeri ise kaynak yapmanın nasıl bir şey olduğunu merak etmem neticesinde olmuştu. kalkıp herkesin ortasında kaynak yapmıştım. benden bekler misin? bence sen beklersin. bir şeyler bende merak uyandırdığı sürece canlıyım yani. yorgun bir sabahta, okuduğum ilk cümlenin getirisi olan merak ile geldim o banka. yılların, yolların ve tren raylarının oluşturduğu dingin seslerle geldim. sonrası çok istersen bir dizi olur. biz böyle şeyleri istemeyiz. oruç aruoba'nın bile romantik anılmaya çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. seninle böyle zor dönemlerde kesiştik işte. kendimizi zorla bir kalıba sokmadan, yağmurun altında salak gibi ıslanmaya çalışmayarak yürüdük. pencerede oturup yağmurun dinmesini bekleyebilmeyi akıl eden ve sakin bir atmosferde, bir kavşağı sekiz dokuz kere dönmeyi tercih eden bir ikili olduk. günlerce aynı şarkı, günlerce aynı tatlı, günlerce aynı kitap, günlerce aynı oyun. ne yapıyorsak günlerce.<br />
<br />
ilk gün bana ''gözlerimi böyle yapınca korkunç mu oluyorum?'' demiştin. korkunç olmuyordun fakat ben, ilk kez görüştüğüm birinin gözlerine çok da fazla bakamayan birisi olarak tanınırım. o küçük göz gezdirişte hissettiğim şey korkudan ziyade meraktı. öyle başladı maviye yolculuğumuz. sonra hep ona paralel yürüdük. sana hediye ettiğim ilk golümü atarken denize paralel bir halı sahada maç yapıyordum. antiphellos'ta da nereden bakarsan bak denize bakıyorduk. etrafımızda zeytin ağaçları, karşımızda meis vardı. canlı canlı gülüyorduk. o gün geçmişe dokundum.<br />
<br />
geçmişe dokunmayan yazılar değersizdir bence. bunu sana söylemiştim. bunu sana yazmıştım da. biz de seninle çok fazla geçmişe dokunduk. ilk kez bir cümleni okuduğumda hissettiklerimi hatırlıyorum. farkında olmadan attığımız benzer adımları, geçtiğimiz benzer şehirleri biliyordum. pendik alt geçidinde çalan şarkıyı, o şarkıdan sonra herkesin ortasında senin adresini sormamı ve en nihayetinde seni sakarya büyükşehir terminali'nde görebilmeyi hatırlıyorum. bir insanı sevmenin ne demek olduğunu anlat deseler o günü anlatırdım. bir insanı görmek isteme duygusunun yüceliğini bir insanı herhangi bir anda görmek isteyenler anlar. her dönemin duygusu farklıdır ama baki olan şeyi biliyoruz.<br />
<br />
seninle geçirdiğim her seneyi anlatmak gibi bir niyetim yok ama günlerce yapmayı umduğum şeyin ilk gününü betimlemek istedim. bir öykü gibi değil, bir anı gibi. bir günü. sonsuzluk ve bir gün'ü.<br />
<br />
seninle bankta otururken bir şeyler yemek istiyordum. vapura binmek istiyordum. yazı yazmak istiyordum. arkadaşlarınla tanışmak istiyordum. sana karşı çok sakin olmak istiyordum. sana kadıköy'ü ve pek tabii fenerbahçe'yi anlatmak istiyordum. beni koltuk tekmelerken gör istiyordum. seninle şampiyonluk kazanalım istiyordum. hayallerine benimle ulaş, onlarla benim yanımda uğraş istiyordum. beni taksi durağında öp istiyordum. çizdiğin bir şeyi odama asayım istiyordum. sana yemekhanelerin havalandırma sistemini anlatayım istiyordum. senden anı harabeleri'ni dinleyeyim istiyordum. ve daha bir sürü şey. bunları düşünürken tatmin ediyordu ama yazarken mutlu oldum. ve öylece bıraktım.<br />
<br />
anılar biriktirmek için yaşıyoruz. anıları tek başıma biriktirseydim de güzel olurdu ama sıkılırdım. ben seni tanımadan önce yalnız yürümeyi çok severdim. şimdi yürümek için seni beklemeyi öğrendim. oruç aruoba'yı ilk kez okuduğumda aslında hiç yürümediğimi fark etmiştim. yalnız yürümeyi sevdiğimi düşündüğüm yıllardı. sonra birçok günüm yürüyebilmek için çabalamakla geçti. sadece yürümeye çalıştım. yolun bitmeyeceğini bilerek. o yolun ortasında sana oruç aruoba'dan bir kitap verdim. sen o kitabı okumadın. ben de okumanı istememiştim zaten. sıkılman gerekiyordu ve sıkıldın. okumaman gerekiyordu ve okumaya çalışmadın. yine bir keresinde hayatın getirdiklerine karşı ekstra adımlar atmanın bazen kötü sonuçlar getirebileceğini söylemiştim. bu sorgulamaktan vazgeçmek değil. farkı biliyorsun. sonra bir gün öylece otururken bir defterinde oruç aruoba'nın cümlelerini görmüştüm. işte o gün yazının başında bahsettiğim esaslı sınavlardan birini geçtiğimi hissettim. bazen beklemek gerekir. yol kıvrılır kıvrılır ve en nihayetinde ayağının önüne gelir. senin o arada yürüyor olmandan bağımsız mıdır bilmem. yine de ikisinin aynı ana sıkıştığı o büyülü zamanlar için yaşıyor işte insan. bu bir gün ediyor.<br />
<br />
o kitabın arasında da bir yazı bırakmıştım sana. aslında birbirimizle kesiştiğimiz ilk günden beri bazı yazılar yazıyorum. öncesinde de yazmıştım. sen kıvrılıp kıvrılıp geldin. ya da ben yürüyordum. yazı yazmaya çalışan ve bunu yapabildiğini hissettiğinde çok mutlu olma potansiyeline sahip bir kişi için olabilecek en güzel şey oldu. hevesli bir okur ve daimi bir yol arkadaşı kazandım. umarım yol uzundur ve biz sadece başındayızdır. muhakkak seninle olan yolumuz bir gün bir yerde noktalandığında çok üzüleceğim. umarım o an yanımda olursun ve umarım atacağımız her adımda ilk günden beri aldığım o harika kokuyu almaya devam ederim. denize çok yaklaşmışız da yanımızdaki büyük ağaçlar görmemize izin vermiyormuş gibi. biz muhakkak ki bundan mutlu oluruz.<br />
<br />
<br />
yine bir yazımda yazmıştım. bir daha yazmakta bir beis görmüyorum. ilk kez seni güldürdüğümde çok mutlu olmuştum. sonrasında hep bunu yapmaya çalıştım. hem pencerem hem de senin için.<br />
<br />
<i>''güldün, güller açıldı penceremin demirlerinde.''</i><br />
<i><br /></i>
<i><b><a href="https://www.youtube.com/watch?v=0pjJLwiB0Nk">şarkısı.</a></b></i>Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-3554991935940343322020-05-11T00:44:00.000+03:002020-05-11T00:44:04.777+03:00orhan sinan hamzaoğlu i.ö.o.<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://1.bp.blogspot.com/-Neasbm73w9E/XrfP9GiMW2I/AAAAAAAAB-w/GfMVq3xbLzQ5ntA5uL9JjX6DTMMtoPmkACLcBGAsYHQ/s1600/28281475970_f10b2290b9_b.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="820" height="320" src="https://1.bp.blogspot.com/-Neasbm73w9E/XrfP9GiMW2I/AAAAAAAAB-w/GfMVq3xbLzQ5ntA5uL9JjX6DTMMtoPmkACLcBGAsYHQ/s320/28281475970_f10b2290b9_b.jpg" width="256" /></a></div>
<br />
insan haddi olmayarak ''huzursuzum'' dediğinde dibinin eşelenmesini bekliyor. çünkü hayatım boyunca sesli dışa vurumu olmasa da dibini eşelemek konusunda iyi olduğumu düşündüm. bunun da basit bir gök bilmine -bilim diyerek yeterli saygıyı gösterdiğimi umuyorum- bağlanmasına ve bir deniz canlısına indirgenmesine şiddetle karşıyım. bu duygumun; kendilerinin adını her duyduğumda, yunanistan sularında geçirdiğimiz zamana yaptıkları etkiyi öfke ve özlemle hatırlayarak daha da kinlenmem ile uzaktan yakından alakası yok. bunları da yine dile getirmediğim bir balkon yemeğinde düşünüyorum. yağmur biraz önce durmuş ve yerler kurumaya başlamış.<br />
<br />
yağmur ile ilgili duygu ve düşüncelerimi birçok kez dile getirdim. kendisine maruz kalmadığım sürece yağmasını da, sonrasını da severim. tam kurumaya başladığı ana ise bayılırım. çünkü mevsim yaz olduğunda ve nadiren de olsa yağmur yağdığında biz evlere tıkanmış, yağmurun bitmesini bekleyen çocuklar olurduk. yağmur kurumaya başladığında ise sabır testini geçmiş, basketbol oynamaya hak kazanmışız demekti. işte böyle zamanlarda orhan sinan'a sadece gerçek basketbol sevdalıları gelirdi. biz muhakkak orada olurduk. bilenler bilir; her basketbol sahasının kendine özgü, ne kadar boş olursa olsun oynanmayan potaları vardır. oranın gediklilerinin oynadığı iki pota olur. biraz daha kötü olanların oynadığı iki pota daha bulunur. buradakiler bir önceki potaya geçebilmek için hünerlerini gösterirken, bir önceki potadakiler de bulundukları potadan ömürleri boyunca çıkarılamayacağını yansıtan surat ifadeleriyle sanatlarını icra ederler. yağmur yağıp kuruduğunda asıl çocukların olduğu potalardan biri ıslanırdı ve yerin yamukluğundan ötürü çok geç kururdu. biz diğer potaya geçebilmek için yağmurun azaldığı ve tamamen durmadığı anları seçerdik. gittiğimizde yağmur durmuş ve şovumuzu yapabileceğimiz ideal ortam sağlanmış olurdu.<br />
<br />
aydınlı yolu caddesi'ne bağlanan ince sokaktan aşağıya doğru inerken basketbol dışında her şey konuşurduk. biraz sonra kendisinin peşinden koşacağımız topu taşımak eziyet olurdu. top genelde yokuşun sonuna gelmeden düşer, ışıklara gidene kadar yakalanırdı. bunu en çok kimin yaptığını bile hatırlıyorum ama hala daha küçük hassasiyetleri olan bir adamım. deniz canlısıyla alakası yok. her gün giden dört manyak etrafında şekillenen altı kişilik bir ekip sanatlarını icra etmek için pendik yokuşlarını hızlıca iniyor. bu duyguyu gerçekten çok özlüyorum. topu sürekli düşüren ve ismini veremeyeceğim arkadaşla okula kadar dalga geçerdim. her gün benzer şeyleri söyler, her gün benzer şekilde gülerdik. kendisi yirmi santim uzayıp kollarıyla birlikte neredeyse beni geçmeye başladığında tüm bu senelerin hırsını herkesin ortasında beni bütün gün bloklayarak almıştı. yine de her daim gösterecek bir iki numaram olurdu. o parkeden boynu bükük ayrılmazdım. ergen bir erkeğin iç çekişmeleri için elini kuvvetlendirecek kozlarının olması, onu bekleyen hayatı için ona katkı sağlayan en önemli etkendir diye düşünüyorum. bizim yaşımızdaki çocukların öz güvenleri sokaktaki etkinliğine göre şekillenirdi. şimdiyi düşünmek bile istemiyorum.<br />
<br />
dönüş yolu güzeldi. eğer yenilip de bir sonraki maç için hırs yapmadıysak yemeğe yetişmiş olurduk. herkes yemeğini yedikten sonra dipşar sitesi'nin çardağında buluşurduk. bir sokak altında oturuyor olsam da çocukluğum orada geçtiğinden ötürü siteye kendi mülkümmüş gibi girerdim. zaten sitenin çardağı açık ve herkesçe ulaşılabilir bir alandaydı ama ben yine de normal yürüyüş yolundan girer, site sakini gibi çardağa giderdim. çardağa giderken muhakkak iki liralık büyük tuzlu çekirdeklerden alırdım. baskete her gün gelen dört kişi muhakkak her gün çardağa da gelirdi. işte bu yüzden aramızdan birinin tatile gitmesi felaket olurdu. ben düzenimin bozulmasını seven bir insan olamadım hiç. deniz canlısından ötürü değil. şimdi dönüp düşündüğümde bir insanı dinlemenin ve onun derdini çözebileceğini düşünmenin ne kadar önemli olduğunu da orada öğrendiğimi anlıyorum. bir insanı gerçekten dinliyor ve yine gerçekten derdi için kafa yoruyorsan; ona yalnızca onu anladığını söylemen bile farklı bir tondan gidiyor. ben böyle duyguları sezdiğime inanıyorum. küçüklüğümden beri bazı şeyleri sezdiğime inanırım ve çoğunlukla sezdiğimi kanıtladığım şeyler aklımda kalır.<br />
<br />
ben o çardakta yıllar boyunca öyle çok konuştum, öyle çok dert dinledim ve öyle çok sorun çözdüğüme inandım ki; otuz yaşıma girmeye yaklaştığım şu günlerde insanlardan soğumaya başladım. kadıköy şöhretler büfe'de kocaman masanın ortasına kırk tane hamburger koyduğumuz günlerde de aynı şeyi hissediyordum. telefon listemde babamdan iki kat fazla kişi varken salak bir ergen gururu yaşıyordum. bana sorarsan kadıköy'den bir kez geçmiş herkesi bir şekilde tanıyordum. yine de kaç adet insanla tanışırsam tanışayım onları muhakkak dinlemeyi ve dinlediğim şeyler hoşuma gitmediyse onları bu kadar fazla dinlememi gerektirecek ortamda bir daha bulunmamayı başarabildim. bir insan ilişkisi bu kadar basittir. kimseye mecbur değilsiniz, kimseye mahkum değilsiniz ve yaşamınızı sürdürebilmek için kimseye ihtiyacınız yok. ben de dahil. yetişkin bir insanın bunları bilmesi gerektiğini varsayarak insanları her an sorguluyorum. birisi anlattığım bir şeyin ortasında ağzını hareket ettirdiğinde anlatmayı planladığım diğer kısmı siliyorum. çünkü onun konusuna geçmemiz gerektiğini anladığım o malum anı yine hissediyorum. insanlar ve dünyanın seyrini değiştirecek konuları. bana anlatılsa detaylı bir incelemeyle çözüm haritası çıkarmaya çalışacağıma emin olduğum derdimi anlattığımda bir taksi şoförü inceliğinde verilen cevaplara karşı uzaklaşma hakkımı kullanıyorum. hiçbir zaman ikili ilişki veri tabanı tutan kişi olmadım. bundan ötürü de ilk kez takip etmeye başladığımda hayatımın şokunu yaşadım. gördüğün, doğruluğunu anladığın ve en nihayetinde hissettiğin her şeydir.<br />
<br />
yaşadığımız, yaşıyor olduğumuz ve muhtemelen yaşıyor olacağımız yıllar benim istediğim yıllar değil bu kesin. insanlara geçmişte yaşadıkları için kızdığım günler adına utanıyorum. insan her hayal kırıklığında önce hayal kurmaya başladığı yere gidiyor. ben geçmişte yaşayabilen bir adam olamadım ama her hayal kırıklığımın sebebini geçmişte bulmayı seviyorum. seviyorum çünkü gerçek olanı yaşadığım ve doğru olanı bildiğim için mutluyum. hala düşünebiliyorum ve doğru olanı unutmadım. en zor günlerde bile doğru olanı yapmaya çalıştığım için ve bundan ötürü herkese sinirlendiğim için mutluyum. sinir insanı diri tutuyor. bu da kesin. kendin olmak, deniz ürünlerine bağlı kalmamak ve yaşamak özet olarak böyle bir şey.<br />
<br />
masadan kalkıyorum. dipşar sitesine uzağım. her gün olmasa da her çağırdığımda gelebilecek bir geçmişim var biliyorum. yine de rahatlatmıyor. bir iki gündür hissettiğim şeyden ötürü kendime çok kızıyorum. insanın kendini yenememesi ne korkunç. giydiğimde kendimi çok rahat hissettiğim yeşil montumu alıyorum. bir hışımla kendimi dışarıya atıyorum. en üst düğmesi hariç kapatıyorum. kapşonunu kafama geçirmiyorum ama arkamda durduğunu hissetmek hoşuma gidiyor. tam kendimi önemli biriymiş gibi hissedeceğim o anı yakalayacakken montumun altından sarkan iki tane ipi görüyorum. sinirleniyorum.Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-28718467054427430182020-05-08T10:33:00.004+03:002021-10-17T10:48:06.720+03:00selimiye camii<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://1.bp.blogspot.com/-LZ04hs32l0A/XrUK3pbpuWI/AAAAAAAAB-k/YIdwksvT3X4NHwZ-k2qm8pyJ0FUdtRbWQCLcBGAsYHQ/s1600/aycicegi-1024x576.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="576" data-original-width="1024" height="180" src="https://1.bp.blogspot.com/-LZ04hs32l0A/XrUK3pbpuWI/AAAAAAAAB-k/YIdwksvT3X4NHwZ-k2qm8pyJ0FUdtRbWQCLcBGAsYHQ/s320/aycicegi-1024x576.jpg" width="320" /></a></div>
<br />
askerdeyken çoğunlukla küçükken istediğim her şeyin çabucak olmasının cezasını çektiğimi düşünürdüm. büyük bir sabır testi ve sonucunda gelen gereksiz sakin anlar. zifiri karanlıkların içinde, komutanın bile unuttuğu kulübemde uzun uzun kitaplar okurdum. cezasını çekmek için hevesle hapishaneye girmiş, içindeki bütün muhasebeyi tamamlamış bir suçlu gibi hissederdim kendimi. bana daha fazla nöbet yazın. bana daha fazla nöbet yazın ve tüm bu insanlardan uzak olayım. bundan sonra da hayatımdaki hiçbir şey hızlı olmasın. kaşığı da yavaş alayım, topa da yavaş vurayım. sadece bazı geceler nefesimi kontrol edemezdim. o da mutlak kontrolün bende olmadığını hatırlatırdı, severdim.<br />
<br />
çok sevdiğim bir filmi izlerken 'benim neden böyle periyodik alışkanlıklarım yok' diye üzülüp, kendime periyodik alışkanlıklar kazandırmaya çalıştığım zamanlar olmuştu. üstelik süt içmeyi de çok seviyordum. başaramamıştım. çünkü böyle şeyler senin isteğinle olmaz. tıpkı sürekli belirttiğim geriye dönüp bakma mevzusu gibi. bir şey olur ve sen onu olduktan sonra geriye dönüp baktığında fark edersin. iyiyse iyidir. askerde her nöbet sonrası bir şarkıyı dinleyerek uykuya dalardım. gece üç buçukta yatağa girmiş olsam da, sabah altı buçukta kalkacak olsam da beynim ve vücudum o şarkıyı dinleyecek gücü tam altı ay boyunca buldu. ben bunu askerden çıktığım gün fark ettim. ailem arabada saatlerdir bekliyordu ve bunun makul bir sebebi vardı. gülümseyemedim. şimdi tekrar anımsadım.<br />
<br />
zifiri karanlık gecelerde sol cebime attığım, izmit'in şahsım adına en değerli pasajından alınmış, kare şeklinde bir radyom vardı. şıklığa nazire yaparcasına tasalarnmış parkanın -ki kendisinin içine üç yüz sayfalık bir kitap sığardı- verdiği avantajı kullanarak cebimden çıkan kulaklığı vücudumun hiçbir yerinde gözükmeyecek şekilde kolumdan sokardım. ve kulaklığın ucu uzun bir yolculuk sonrasında parmaklarıma gelirdi. derince'nin da vinci'si gibi hissederdim kendimi. dört ay boyunca bu sistemimi kullandım. bir kere de yakalanmadım. sevdiğim bir şarkı çıkınca kitap okumayı bırakıyor, elimi kulağıma götürüyor, maksimum beş dakika elim kulağımda duruyor ve okumaya devam ediyordum. benim saatlerim bu küçük buluş sayesinde dönmeye devam etti.<br />
<br />
iş bu radyoyu da botluğa saklardım. mantarlı terliklerin arasından süzülüp radyoyu aldığım sıradan bir gün arkadan bir ses duydum. döndüm ve korkulacak bir şey olmadığını anlayarak rahatladım. ''ne arıyorsun lan burda?'' dedim. askerde aranızdaki samimiyete güvenmek zorundasınızdır. onu ömrünüz boyunca özleyeceğinizi bilmeyerek. ''abi şu senin radyoyu bana versene be''' dedi. ''bunun için mi izledin beni? beş liraya izmit'in en iyi pasajında satılıyor'' diyemedim. ''al kardeşim. on ay boyunca beni hatırlaman kaydıyla sana bunu veriyorum.'' dedim. hem onun beni hatırlamasının hiç umrumda olmadığını bilerek, hem kapıdan çıktığım gün bir daha onu hatırlamamın imkan dahilinde bile olmadığını düşünerek söyledim bunu. askerlik böyle bir yer. o gün sorsalar o adamı nikahıma çağırırdım.<br />
<br />
gülümseyemedim demiştim. çıkmadan önceki gece derince semalarında, askeri talim yapılmıyorken bir kurşun sesi duyuldu. o gün derince'ye bir daha gelmesi mümkün olamayacak sayıda çok yetkili geldi. derince de bir gün ünlü oldu yani. ben çok sevdiğim hyundai arabamıza binebilmek için yaklaşık üç saat bekledim. keşke canın sağ olsun diyebilseydim diye düşündüm. hayat ne garip değil mi? bir insan askerde radyosu olmasına rağmen kafasına mermi sıkabiliyor. bir insan kafasına mermi sıkmadan hemen önce beni facebook'tan eklemiş olabiliyor. kapıdan çıktığım gün, bir daha onu hatırlamamın imkan dahilinde olduğunu öğreniyorum. gülümseyemiyorum.<br />
<br />
kendimi hyundai arabamıza atıyorum. bana dokuz yaşımdan beri verdiği mutluluğu arıyorum. beni bilgisayarımın başından uzun süreler kaldıracak, beni 'sen kimin oğlusun?' sorularına binlerce kere maruz bırakacak yerlere taşıyacak, beni şavşat dağı'na çıkartacak, beni tunceli yol ayrımından geçirecek bu lanet arabayı çok seviyorum. araba objesini, gitmeyi, yolları çok seviyorum. konuşmadan gitmeyi çok seviyorum. belki ilgisiz oluyorum. belki sıradan bile oluyorumdur. abbas'ın da filmlerini bu yüzden mi seviyorum? arabam var kalıbını duyunca o yüzden mi çok tanıdık gelmişti? güzel yazılar yazdığım, en azından kendimi öyle inandırdığım ve çok derin hissettiğim zamanlardı. mühendisliği bırakıp edebiyat okumaya karar vermiştim. güzeldi. kendimi yapabileceğime inandırmam bile güzeldi. bir kitabın ön sözünde bütün hayallerimi bıraktım. öylece kaldı. şimdi sadece deniyorum.<br />
<br />
tam kendi hayat muhasebeme dalmışken bu yazıyı arabadan tutarak selimiye cami'ne bağlıyordum. istesem yine yaparım ama istemiyorum. o gün ne kadar büyülü bir ses duyduğumu, oraya nasıl gittiğimi, kiminle gittiğimi ve giderken nasıl yollardan geçtiğimi öyle güzel yazardım ki yazmıyorum. huzura nasıl erdiğimi, her rahatlamak istediğimde o sesi hayal ettiğimi, ilk ve son kez nasıl namaz kıldığımı, içimde durmayan savaşları ve ismet özel'i size yazmıyorum. belki bir gün.<br />
<br />
işte size yazmadığım o harika yoldan geçiyoruz, kenarda ay çekirdeklerini görüyorum. yine. arabadan inmek istiyorum, iniyoruz. keşke annem, babam beni bu kadar sevmese diyorum. keşke.Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-53693564565992933252019-11-11T23:47:00.000+03:002019-11-11T23:47:04.417+03:00Kar<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://1.bp.blogspot.com/-8IRvbNVhUdQ/Xck9nx5T2mI/AAAAAAAAB8Y/vd7Jw33R0zEDwVxTuAOYPyLQ42Jp4PcvgCLcBGAsYHQ/s1600/orhan%2Bpamuk%2Bkars.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="245" data-original-width="702" height="137" src="https://1.bp.blogspot.com/-8IRvbNVhUdQ/Xck9nx5T2mI/AAAAAAAAB8Y/vd7Jw33R0zEDwVxTuAOYPyLQ42Jp4PcvgCLcBGAsYHQ/s400/orhan%2Bpamuk%2Bkars.jpg" width="400" /></a></div>
<div>
<br /></div>
<div>
arabadan inip, ilk kez fark etmiş olduğum bir yerin fotoğrafını çekerken, o yere on altı kez gitmiş olmam hiçbir şeyi değiştirmez diye düşünüyordum. iki tarafı da taştan evlerle örülü, puslu ama umut vaad eden bir cadde. asla gözüktüğü kadar karanlık değil ve tabii ki bu yıllardır böyle olmalı diye düşündüm. yine ilk önce kendime kızdım. çok belli edemesem de birisine kızılacaksa önce kendim olmasına dikkat ederim. ben çocukluğumun geçtiği yerleri 2013 yılında, bir kitabı hem de moralim çok bozukken okuduğumda sevdim. ilk kez. ne çocukluğumun orada geçtiğini söylemeyi severdim, ne de babamın oralarda büyüdüğünü. insan ne çok değişiyor, en çok da yazarken hayret ediyor. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
anneannem süt makinesinin üstüne düz beyaz bir kumaş çekmiş. o kumaş sütü süzmekten parlak, mistik bir hal almış. sağ taraftaki duvarın sol üst köşesi çatlamış ve arkasındaki duvarın rengi gözüküyor. karşı duvarın da yer yer düşen taşları var. hemen yanımızda benim en çok uyumayı sevdiğim yatak var. o yatakta ailemin beni hiç sevmediğine dair bir rüya görmüş ve koşa koşa ineklerin yanına gitmiştim. her neyse işte. makinenin kolunu çeviriyorum. yani bir çocuk bir makineyi ne kadar sevebilirse öyle seviyorum. anneannem daha hızlı çevirmemi söylüyor. daha hızlı çevirirsem daha güçlü olurmuşum. bir de limonlu su içersem yemeklerime dikkat etmeden zayıflayabilirmişim. canımı sıkmama gerek yokmuş yani. ne kadar salakça şeyler düşünüyor diyorum kendi kendime. kolu çeviriyorum. kolu çevirdikçe kendi kolumu sıkıyorum. üç ay boyunca kolları kontrol ediyorum. o çok sevdiğim makineden nefret ettiğim peynirler, yoğurtlar ve çok sevdiğim kaymaklı süt çıkıyor. sofrayı birbirine katıyorum. babam yine yanlış yapıyor ve bana kartal market'ten market peyniri alıyor. hepsini ben yiyorum. yirmi yaşına kadar mütemadiyen şişiyorum. saçlarımın yanları çok ufak beyazladığında ve limonlu su içmeden zayıfladığımda ise aneeannem artık yorgun bir şekilde yanımızda oturuyor. artık daha fazla zayıflamamamız gerektiğini kendine özgür bir üslupla bize iletiyor. ilk iş olarak o odayı soruyorum. biraz suçluluk, biraz umut, biraz da artık köy peynirini, yoğurdunu çok sevdiğimi söyleyebilme isteğiyle soruyorum. ''eren oralar hep yıkıldı.'' diyor dayım. anneannem benim elimi tutuyor ve zehra'yı da çok seviyor. ortak duyguları besleyebiliyoruz. ben de her zamanın aksine ona kocaman gülüyorum. utanmıyorum. keşke diyorum içimden. keşke o oda dursaydı da bu gece orada kalsaydık. sabah kalkıp o odada hayal etmenin ne kadar güzel olduğundan bahsedebilseydim. önümüzdeki yazı düşünüp mutlu oluyorum. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
neden önümüzdeki yazı düşünüyorum? lise sona dönüyorum. babamla trt'de çıkan şişko, tatlı bir adamı izliyoruz. babam adamın çok iyi bir insan ve çok iyi bir eğitmen olduğunu düşünüyor. o her televizyona çıktığında ilk kez görüyormuşuz gibi çağırıyor beni. babamın daima ilk kez duyuyormuş gibi hissettiği şeyler vardır. babamın muhakkak yüzlerce kez anlattığı şeyler vardır. ben de o dönemler babamı çok fazla kırmıyorum. oturup izliyoruz adamı. her gün. adam ''sınav ile ilgili çok umutsuzlanırsanız ya da mutsuz olursanız sonrasındaki tatilinizi düşünün'' diyor. ben sınavdan sonra oynayabileceğimiz çok gerçekçi basketbol oyununu düşünüyor ve aşırı rahatlıyorum. sonrasında ise ne zaman çok kötü bir olay yaşasam hemen ardından gelebilecek iyi bir şeyi düşünüyorum. bazen aniden böylece düzelebiliyorum. bunu da bir iki sene önce fark ediyorum. insanın hayatı hep ufak detaylara bağlı. en azından benimki öyle. önümüzdeki yazı da öyle umutlu bekliyorum. yoksa o gün çok mutsuz olurdum. o gün mutsuz olmak için uygun bir gün değildi.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
akıllı olması yönünde uyarılmışlığı bulunan yazar o düşüncelerle geçtiğim yerleri öyle güzel anlatıyordu ki, daha önce neden okumadığım konusunda yine kendime kızmıştım. ve o yazara büyük hayranlık beslemiştim. bir insanın içinde bulunurken nefret ettiği bir yeri sadece bir kalemle baştan çizmek bir yazarın yaşayabileceği en büyük gurur olsa gerek. bense içime işleyen sokaklardan geçtiğimde afilli cümleler söylemeyi ve bilhassa düşünmeyi çok severim. o gün en büyük gücün bilmek olduğunu düşündüm. zaten yıllardır, birisi benimle röportaj yapsa da bu büyülü düşüncemi tüm dünyaya anlatsam diye bekliyorum. kestirme yoldan, buradan aktarmış olayım. ben bilgiye çok önem veren, bilmeyi çok isteyen ve bu yönde hayatını sürdüren birisi olsam da başkalarının da bilgilerine çok önem veren biri olmaya çalıştım. bu yönden de bakarsak bilmeye ve bunu aktarmaya büyük hayranlık duyarım. zehra ile ilk kez bir yapıyı gezerken de bunu hissetmiştim. bildiği şeyleri çok güzel anlatıyordu. sonrasında hep bazı yapıları gezdik ve hep bilmediğim şeyler öğrendim. dün mesela, meke gölü'nü öğrendim. konya'daymış. konyalılar bile bilmiyor olabilir. ben ise bildiklerimi ve düşündüklerimi anlatmakta sorunlar yaşayan birisiyim. bilgim ise muhakkak tartışılır. işte bu sokakları da kitap okurken sevdim, geçen hafta ise hayran kaldım. öğrendim.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
işte bu yüzden daha tanıştığımız ilk gün o'na bir şeyler yazıp, babamın doğup büyüdüğü yerlere götürmeyi teklif etmiştim. çünkü ben bir şeylerin ancak yazarak ve hissettirerek anlatılabileceğine inanıyorum. yine sıradan bir yazarın yazdığı, içerisinde köy ve tavuk butları geçen bir öykünün koskocaman bir hayatı oluşturmasındaki etkisini size anlatabilmek isterdim ama hissetmeniz lazım. zaten çok kişinin anladığı şeyleri sevmem. bu örgünün devamı olarak kirazın tadı'nı da çok sevmiştim. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
binlerce kilometre yaptık. kars, kaz, taş, yaşanmışlıklar ve çok soğuk yerler gördük. ben hep görüyordum. ama böyle güzel olduğunu ilk kez fark ettim. bir olguya anlam katanın hissedilen şeyler olduğuna bir kez daha emin oldum. tüm içtenliğimle, eksikliğini hissetmemeyi umuyorum. bu yüzden de oturup bir şeyler yazmanın büyüsü benim içimde hiç geçmiyor. yine oturup bir şeyler yazdım. çünkü hissetmeden yazamıyorum ve yazdığımda çok garip şeyler hissediyorum. normal bir gün içerisinde hissedilmeyecek ve asla anlatılamayacak şeyler bunlar. bu yazının başlığını da kar yaptım. kar'dan hiç bahsetmedim. anladın.<br />
<br />
<i><b>“inanmaktan korkma”</b></i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<a href="https://www.youtube.com/watch?v=0pjJLwiB0Nk">https://www.youtube.com/watch?v=0pjJLwiB0Nk</a></div>
Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-81948420595789114202019-01-20T19:09:00.001+03:002019-01-20T19:14:19.841+03:00sakarya üzerine söylenmemiş her şey<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://2.bp.blogspot.com/-CVBF3Sirsd0/XESa7t2ofkI/AAAAAAAAB30/XW_pOMPyANs5G1FrBWr0wo8hQnbWWfQrQCLcBGAs/s1600/PHOTO-2019-01-20-12-13-09.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://2.bp.blogspot.com/-CVBF3Sirsd0/XESa7t2ofkI/AAAAAAAAB30/XW_pOMPyANs5G1FrBWr0wo8hQnbWWfQrQCLcBGAs/s320/PHOTO-2019-01-20-12-13-09.jpg" width="320" /></a></div>
<br />
gözümü açtığımda donatım tarafından giden kampüs minibüsündeydim. yanımda babam vardı. tıpkı 100 kontör kaybettiğim ilk lise kaydı günü gibi. 'sen nasıl yaşayacaksın burda' düşüncesi her daim peşimdeydi ki bu düşüncenin çıkış noktası ben ya da başka birisi değil, babamın kendisidir. herhangi bir görüşte, herhangi bir kaygıya kapılabilmesi için sizin salak olmanıza gerek yok. orada ilk kez yalnız kalacağımı düşündüm. farklı şehir, farklı insanlar, farklı bir minibüs ve içeriğini hiç bilmediğim bir bölümde okumak için gidilmiş bir üniversite. makine mi yapacağım, makineye mi bakacağım, makine mi çizeceğim, makine mi sökeceğim yoksa makinelerle mi konuşacağım mezun olduğum gün iş ararken öğrendim.<br />
<br />
2009 yılında burnumdan ameliyat olduğumda, acıbadem hastanesinin yataklı bir odasında sakarya ruyam başladı. bana o haberi veren lise arkadaşımı, babamın tercihinin tutmasını ve narkozun etkisiyle sarhoş olduğum anı hiç unutmuyorum. ve o minibüste hissettiğim yalnızlık hissini. bir benzerini askeriyeye girerken hissetmiştim. hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir yalnızlık. işte şimdi yirmi dokuza girmek için beklerken bile, hiç bilgim olmadığı bir ortama girerken önce test ederim. hiçbir zaman denize birden atlayabilen bir adam olmadım. işleyişin içinde gergin olduğum da nadirdir ama o ilk an hep çok gerginim. ilgili konu ilerlerken takındığım sakin tavrı görenler herhangi bir yere ışık hızıyla alışabildiğimi sansa da, konunun girişi beni ziyadesiyle yormuştur. yoruyor da.<br />
<br />
ve onca zaman sakarya'da geçirilmiş bir ömür. evet ömür. benim hayatımın özeti o şehirde saklı. yurt odasında otururken açmaya karar verdiğim bu site, ilk kez hikaye okuduğumda oluşan 'yeni birisini okumaktan ziyade, ben yeni birisini yazayım' düşüncesinin somutlaştırılmış haliydi. bazı şeyler için yıllarce beklersin. her şeyin bir hikayesi var. blogun altı, üstü, yanı hepsi benim. ben olduğumu ilk kez sakarya'da hissetmişim yani. ufak, kot pantolon deseninde bir defterim vardı. eşek gibi güldüğüm bir an onu açıp ''daha az gül, daha çok oku, daha az ye'' yazmıştım. kendimle ilk hesaplaşmalarım da o günlere dayanır. sonra marul gibi gezdiğim bir dönem oldu, iyi basketbol oynuyordum. sırtım dönükken bacak arasından attığım bir pas vardı, o turnikeyi bitiren çocuk ile aynı fabrikada bir sürü sene sonra aynı şey için uğraştım. hala daha kendine gereksiz güvendiğini gördüm, bazı şeyler hiç değişmiyor. benim beynimin hatırladığı şeyleri sırasıyla bilseniz bana deli dersiniz. kısmen de öyleyim. mesela tam o sıralarda, beyaz bir manzara hayal ederken bir blog daha okumuştum. sakarya'da okumuştum. ayıp olarak adlandırılabilecek şeyler merak edip, kafamdaki tüm soruları ceketimin cebime koymuştum. merakımı da. kısa eren tolga onur tarihinde malum kişinin önüne geçemediği tek duygu sorgulamak oldu. doğal olarak merak da. ve bu yoğun dürtü bir cepte dururken ben bir sürü yol geçtim. babama yalanlar söyledim, iki sene boyunca sadece bilgisayar oynadım. yine de yaptığım her işi iyi yaptım. iyi oyun oynadım yani. sonra babamdan kilometrelerce öteden dayak yedim. ellerini kullanmadı bile. işte o gün kaldırdım kafamı ilk kez. eren dedim, şimdi başlıyorsun yaşamaya. elinde hepsinin toplamı 1'e yaklaşmaya bile yetmeyecek bir sürü yıkık şey var. bitirmen gereken bir iş var ve her şeyden öte mahçupsun. bir insanı en çok kamçılayan duygu utanç sanırım. utana utana, hiç sıkılmadan dönem başına on bir, on iki ders verdim. sessiz sakin verdim. sadece yazmaya çalışıyor ve ne görürsem telefoun not defterine not ediyordum. beyaz manzaraya karşı yazıyordum belki de. birisi benim yazmamı bekliyormuş gibi yazıyordum. öylece konuşuyordum yani. tüm sıkkınlığımı ,tüm bıkkınlığımı akıtıyordum hangi beyazlığı bulursam. bir gün sıkıntıdan teravih'e gittim mesela. kendimi rahatlatmanın bildiğim daha makul bir yolu yoktu. içime ağlaya ağlaya dua ettim bu sıkıntı gitsin diye. hiçbir şey bitmiyordu o dönemler. neye başlasam dağ gibi geliyordu bana. adım atmak bile zulüm. sonra çok büyük bir adım attım. babamdan ancak o zaman özür diledim. ve oradan kalkan son trene binerken sakarya'ya tarihiminde bilmem kaçıncı kez lanet ettim.<br />
<br />
pendik'in toprağını yalnızca iki kez öpmek istemiştim. birinicisi burada.ikincisi ikinci kez yalnızlık hissettiğim yerin dönüşünde. sonrasına alıştık. yani demem o ki sakarya benim için her şeye rağmen biraz yalnızlık demekti. biraz korku demekti -ki bunu ikinci kez gitmek zorunda kaldığımda anladım ve ilk kez bugün itiraf ediyorum.- ve her seferinde ayrı bilinmezlik. bir şehir istanbul'a bu kadar yakın ve bir bu kadar da uzak olmayı nasıl başarıyor?<br />
<br />
ben o sırada yine ne yaptığımı bilmeden birçok şey yaptım. her insan yapar. ne yapacağımı bilmeden bir işe başladım mesela. insanlar benim için türlü roller çizdiler. onların yapmak isteyip de ne hikmetse yapamadığı bir sürü şeyi yapmaya çalıştım. yine iyi yapmaya çalıştım. sonra bir gün yine babama sinirlenip hayatımın en pahalı harcamasını yaptım ve kendimle gurur duydum. şimdi o televizyonu bir hayalinin objesi olarak kullanıyorsun. ve gün geldi, cebimi yokladım. doğru zaman budur. doğru zaman senin sonradan düşündüğünde doğru zamanmış diyebildiğin zamandır. onu da geçen yıllarda anladım. bir yıkık toprağa gidip naber diye sordum. açacağı varmış, bir çiçek açtı. insan böyle zamanlarda kendini çok güçlü hisseder. izin verseler her şeyini alır da oraya bir bahçe inşa eder. yine de böyle mucizevi hikayelerde kahramanın sabretmesi gereken bir kısım vardır, ben oraya takıldım. beklemek bir insandan istenebilecek en acımasızca şeydir. bekledim. bazen doğru olan şeyler acımasızlıkla beslenmek zorundadır. ve bir toprağa naber diye sora sora bir bahçe oluşturamayacağımı öğrendim. gücün her şeye yetmez, yetmemeli. çünkü evrendeki en basit bir 'şey'in bile oluşması o kadar çok şeye bağlı ki, senin ufak bir mucize olarak adlandırdığın şey o kocaman mucizenin başlangıcı için basit bir adım olarak kalabiliyor. iş bu noktada sen ne kadar aciz olduğunu bilmelisin ve yalnızca doğru olduğunu bildiğini, iyi yapmaya çalıştığını yapmalısın. şu an bunu söylemek çok kolay ve ben bunları kendime not ediyorum.<br />
<br />
ve ben gözümü bir kez daha açtığımda hayalimdeki arabanın içerisinde yoğun bir yağmur yağıyordu. o rahatlatıcı ses, tüm hüznüyle sakarya'ya tekrar dönmem gerektiğini söylediğinde tereddüt etmedim. inandığım şeylerin getirilerine boyun eğmekten garip bir zevk alıyorum. inandığım şeylere inanmayı seviyorum. inanmak bir insanın sahip olabileceği en rahatlatıcı duygudur bence. o'na da öylece inandım. tüm yalnızlığım, tüm bitkinliğime geri dönüş yolu da işte tam olarak böyle başladı.<br />
<br />
benim gibi insanlar aradığında şükredecek bir sürü şey buluyor. bakış açımı bir çoğunuz ayıplarsınız ama önemli olan, en nihayetinde benim ne hissettiğim değil mi? ben hepinizin hislerini önemsiyorum. lanetler ettiğim yerden ayrılırken bile arkasına dönüp bakmayı becerebilen bir kişi oldum ben. her şeyimi bir köşeye atsam, sadece buna sarılabilirim. ve benim yazmamı bekleyen beyaz sayfadaki hayalim. merakım ve şimdi eşitim. yine şükür ki senin yanında kendimi hep ama hep iyi parantezinde hissediyorum. kelimeleri hep sen koyuyorsun. insan, eş, arkadaş, yoldaş, yardımcı, destek. şimdi sen de her şeyi iyi ki parantezine al. benimle o ağacın karşısındaki dairede, belediyenin yalnızca bizim için açtığı ışıkta bekledin. soğanı karamelize etmeyi öğrettin. boyunluk örerken play station oynamanın keyfini tattırdın. dünyanın en az kullanılan garında hem de kar varken benimle yürüdün. doğum gününde ayaklarını sırılsıklam yapıp bana saatlerce söylendin. fırça parası fazla geldiği için kurstan ayrıldın. şehirdeki tiyatro izleyen on üç kişinin arasına ismimi yazdırdın. minibüsten arkaya bakarken vestel mağazasını gördün. dünyanın en güzel ekmek kadayıfını yedin. okulun bahçesine paralel olan, yaprakları her daim dökülebilen ağaçların oluştuduğu ve bence hiç kimsenin henüz güzelliğini saptamayadığı o yolda benimle yürüdün. sen her yolda benimle yürüdün ve şimdi dönüp baktığımda sakarya'yı da bana güzel yaptın. itiraf etmek gerekir ki biz sakarya'yı sevmiş bulunduk.<br />
<br />
şimdi önce senin, sonra sakarya'nın ve en eskide benim kararlarımı almamı sağlayanların, ve her daim inandığımızın açtığı yola girmiş bulunuyoruz. çoğul yazabilmek ne güzel. ben kapımı kapattığımı umuyorum. sen de kapını açacaksın, gücün yetmeyecek ve ben de o kapıyı tutacağım. gerçekten tutacağımı hissettiğini bilmek benim için yeterli.<br />
<br />
tıpkı o gün mısır ekmeği aldığımız dayı'yı bayağı geçtikten sonra dönüp o kutuya para attığımızda konuştuğumuz gibi; illa ki bir yerde çoğu şey güzel olacak. biz ne yaparsak iyi yapmaya çalışıyoruz ya, o bir yerde sen çok sıkılırken iyi oluyor. olacak da.<br />
<br />
biz hayal ediyoruz, tamamen aynısı olmuyor ki hayal kelimesinin kullanımına devam edilebilmesi için -sen de takdir edersin ki- bunun böyle olması gerekiyor. işte yunanistan'ın göbeğine gidemiyoruz da sınırına giriyoruz. işte 2015 yılına değil de 2019 yılına tarih alıyoruz. işte hep bir şekilde kafamızı kaldırıyoruz. japonya'dan gelen telefonunla, bizim seninle hep gördüğümüz yerin fotoğrafını çekiyorsun. bana sorarsan mutluyuz.<br />
<br />
ve ben bu yazıyı yazmaya son kez sakarya'ya giderken karar veriyorum. benden hep ''eren iyi yazar'' diye bahsetmeni istiyorum. sen öyle düşünsen yeter.<br />
<br />
şarkı da bu. geriye kalan tüm zamanlar için: <a href="https://www.youtube.com/watch?v=dT_Kv5Znsqk">https://www.youtube.com/watch?v=dT_Kv5Znsqk</a>Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-3187913015494765362018-06-25T22:11:00.000+03:002018-06-25T22:17:37.410+03:00yirmi sekiz sen bizim sınırlarımızda hep garip bir çocuksun. hayatın getirileriyle boy ölçüşmene gerek yok. hep ağlayabil, gülebil ve özgür ol istedim. pek tabii bunu sağlayacak olan ben değilim. ben sadece durabiliyorum. başına gelen her şeye, sebep olan herkese ve bu yaşantıya karşı sadece durabiliyorum. bazı insanlar sadece durur. bazıları da bunu erdem sayar. yapacak bir şeyin olmadığında durursun.<br />
<br />
sana sadece ufak bir şey bırakmak istiyorum, senin gibi. kimsenin anlamadığı şeyleri severim. ben ki anlaşılmak için ömrümü harcadım. biliyorsun insan muhakkak ki bir çelişkiden ibarettir. her şeyde mükemmel ayrıntılar aramak da çok sıkıcı zaten. seni şimdi kendi ellerimle bayılttım ve bayılırken bekledim. bazen öylece olduğun yerde bayılman gerekebilir. kulağına doğru bir rüzgar ve denizin sesini yansıtabilmek isterdim ve dinlediğin hüzünlü şarkıları da unutturmak.<br />
<br />
(ne mutlu ki; dilbigisine ve devrik cümlelere bir tek sana yazarken dikkat etmiyorum.)<br />
<br />
sen kendi gücünle o şarkıyı duymuşken, ben de sende bir farkındalık uyandırmak isterim. bak bir kapı daha kapandı bize. insanların ne düşündüğünü unut. senin ne düşündüğünü de unut. incelik hayatta sonradan kazanılmaz. sen benzersiz ve ince bir kadınsın. ben ise böyle bir varlığa açık açık mektup yazıyorum. yirmi sekiz yaşında suç işlemek istemem (beş gün için bana sinirlenme). bu yüzden kısa keseceğim.<br />
<br />
senin hayata karşı oluşun ve bunu yorgun yorgun yapışın var. belki böyle devam edecek. düşündüklerin ve benliğin seni sen yapar. kalıplara girebildiğin ölçüde sen değilsin. bir gün sıran gelecek ve şu an açıldığını görmeden girdiğin kapıya yanaşmış olacaksın. bunu sana umut vermek için söylemiyorum. zaten yenildikçe yenilen ama yine de doymayan yaşları geçtik. artık doyuyoruz. yine de inanıyoruz. unutma. ve kırılma da.<br />
<br />
bildiğim tek şey bu. hiçbir şeye yaramazsa da sen bil. ne yazdın, niye yazdın diye sorsan verecek cevabım yok. iyi ki sormuyorsun.<br />
<br />
eren<br />
<br />
<br />Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-50888447009314361642018-05-04T00:42:00.000+03:002018-05-04T00:49:46.172+03:00dergilisede leman dergisini alıp, nihat genç okumaya başladığımda kendimi büyük adam olacakmışım gibi hissetmiştim. ömrünün belirli bir dönemini muhafazakarlık ile beslenerek geçiren bir adam için çok fazla isyan beslemeye başlamıştım içimde ve çoğunlukla susmayı tercih eden birisi için çok fazla olumsuz şey düşünmeye başlamıştım. düşünmek her zaman, bir yerde bir konuşmak doğurur. o yüzden tehlikelidir düşünmek. şimdi düşünüyorum ve hatırlıyorum. istersem genelde hatırlıyorum. babam o sıralar bir fabrikada şefti ve ben bir bey olmak istiyordum. babama müdür olmak için ne yapmam lazım dediğim günden beri aklıma koyduğum mühendislik fikrini ömrüm boyunca büyüterek, sıfatımı söylemeye de her daim utanarak yaşadım ama en nihayetinde bey oldum.<br />
<br />
her insanın bir konfor alanı var. yoksa delirir insan. benimki de bu işte, yazmak. askerde de yazdım, canım sıkılırken de yazdım, acı çekerken de yazdım ama hep yalnızken yazdım. madden. yalnızken yazdım. her gün yazdığım da oldu, her ay yazdığım da ama bu denli uzun süre yazmadığım hiç olmamıştı. hayatım boyunca yaptığım belirli belirsiz her şeye güvendim. kendimi iyi hissettiğim her şeye tutundum. yazıma da öyle güvenmiyorum işte, kendimce. ve şükür bir göz biliyorum okuyacak ve anlayacak. sevmesi kendinden.<br />
<br />
muhakkak yazmamamın bir sebebi var, her şeyin böyle olmasının ve sürmesinin de olduğu gibi. bu satırları hayatımın en çok yazdığım şehrinde yazmam gibi her şeyin bir sebebi var. buraya tekrar gelmem gibi ve tek başıma gelmemem gibi. benim için yıllarca örülmüş, önüme sunulmuş ve daima verilebilecek en büyük, en güçlü emek sunularak bezenmiş hayatımı kendi karakterimle dengelemeye çalışarak geldim buraya. ve evet attığım her adımın, okuduğum her yazının, düşündüğüm her şeyin önemini görüyorum şimdi. en çok korktuğum, en çok yalnız kaldığım, en çok yaşamak istediğim yerdeyim şimdi ve bunun da sebebi var.<br />
<br />
uzun süredir okumuyorum ve hep övündüğüm beynimi çok kullanmıyorum. ayrıntıları gizliden düşünüyorum. sorgulamıyorum, karşı çıkmıyorum, yanlışları daha sakin görüyorum. kendime saklıyorum. ama hep bir şeyleri değiştirebileceğime inanıyorum. yaradana soruyorum; bu duygu beni neden hiç terk etmiyor? geçiyorum.<br />
<br />
öyle rahatsızım ki okumayı bırakmaktan, kendime konfor alanı yaratabileceğim her anımda daha çok düşünmememi sağlayacak şeylere yönelmekten ve hep gülebilmekten. öyle rahatsızım.<br />
<br />
işte elime leman'ı aldığım o günden beri hep basit bir adam olmamak için, hep biraz da anlaşılamamak için uğraştım. o gün kendimi farklı hissediyordum. babamın sözünden çıkmıştım ilk kez ve kendimi güçlü hissediyordum. o gün bugündür kendimi hep güçlü hissettim. yapılabilecek çoğu şeyi yaptım, tüm duygularımı çocuk gibi yaşadım. herkese çok büyükmüşüm gibi baktım. bir bilgeymişim gibi sustum. bir üstatmışım gibi anlattım bildiğim ne varsa. hep hevesli oldum. ama hep. şimdi yazı yazmaya başladığım yerdeyim. huzurlu olabildiğim bir konumum var. zaman zaman bana bey diyorlar. zaman zaman bana bey diyenleri kolluyorum. kendimi öyle iyi hissediyorum. bir şeyleri değiştiriyorum. onlara bey demeleri gerekirmiş gibi davranmıyorum. birilerini beni bey olduğum için sevmediklerini hissediyorum. ve yetkin olmak istediğim şeyi yapıyorum. yine, yeniden, her zamanki gibi hak ettiğimi yaşayamadığımı düşünüyorum. mukafatımı alamadığımı düşünüyorum. bir insan bu kadar çok hak etmediğini düşündüğü şeyi yaşarken hak etmemiş olabileceğini olasılığını da cebinde tutmalı. ve muhakkak, senin, benim gibilerin daha çok gördüğü o sınavlar. sebebini bilsen de kabul edemediğin şeyler. işte o dergiyi okuduğundan beri sorduğun, sormaya korktuğun o şeyler. sorgulamanı durduğun şeyler işte. ama inanıyorsun. soruları sorduğun görüyor ve sen uğraşıyorsun. siz uğraşıyorsunuz. zehra seni çektiği için, seni okumak için beklediği için bile malum şeyleri icra etmeyi hak etmiyor mu?<br />
<br />
bak eren, uğraşıyorsun. uğraştırıyorsun. basit oldun mu? basit olmamaya çalışıyorsun. emek, ekmek, devrimcilerin hayatlarıymış gibi savundukları her şeyi de devrimci olmadan öyleymiş gibi sağlıyorsun. bey oluyorsun, onlar gibi bey olmadan. insanın içi rahatsa, kötü şeyler yazmak için girdiği sayfayı hep böyle bitiriyor. tecrübeyle sabittir. yazacaklar hiç bitmez, hayat bitmez.<br />
<br />
bekleyene. beklettiklerimle. -yarın erken kalkacağım endişesine düşmeden. belki bunu yazmak bile bir endişedir. bak hala düşünüyorsun. ne mutlu.-<br />
<br />
<br />
<br />
<br />Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-68866545697805001162016-07-03T18:59:00.001+03:002016-07-03T19:04:07.309+03:00haziran otuz26 numaralı mavi bir kapıdan girdiğim güne tekabul ediyor haziranın otuzu. ben tekrar tekrar büyüyorum.<br />
<br />
şairlerin neden maviyi bu kadar sevdiğini hiç merak etmedim ama sevdiklerini sevdim. hayatım çok büyük bir oranda sevdiklerimin sevdiklerinden beslenir zaten. ya da sevdikleri için onları severim. bilmem. hatta bir yazıda geçen ve belki de pencereyi açmama sebep olan 'hayatım mavi mi gri mi?' çelişkisini de yazarken etkilendiğim nokta tam olarak buydu. yani maviydi. gri ise daha çok isyan barındırıyor.<br />
<br />
ben bir insanın sevdiğin kadar iyi olduğuna inanırım. ve sevmenin de sınırı olmadığına. ve son zamanlarda insanları sevmenin dünyanın en zor şeyi olduğuna. çünkü hayata neresinden bakarsan bak ikili ilişkilerin tek dayanağı vardır. umursamak. ve sevdiğin bir insanı umursamak zorundasındır. karakter özelliğinden bağımsız bunu yapmak zorundasındır. göstermek zordur. hele benim gibi adamlar için çok zordur ama o duyguyu hissetmeyi iyi bilirim. ve o duyguyu hissedememeyi de.<br />
<br />
işte kapının içinde solda bir saat var. hep konuşmayı ilk öğrendiğim anı gösteriyor. işte saat orada. ilk konuşmayı öğrenmem ile birlikte naber demişim ben. insanları değil ama durumlarını çok umursarım. ve düşünürüm de. belki de bu yüzden ilk önce naber? düşünen herkes matematiği sever. kötü öğretmenleri olanlar hariç. ve matematik bir saatin anlamını çok iyi açıklayabilir. tıpkı o saatin üstündeki çarkın dünyanın düzenini açıkladığı gibi. evet yine o malum söz; çark bir tık atsa her şey güzel olacak gibi.<br />
<br />
yeri geliyor o çark atıyor çünkü kendine her şeyi düzeltebilmeliyi yön edinmişsin. ve bir destekçi aramışsın, o çarkı tutmak için değil. sadece orada dursun ve yapabileceğine inansın istemişsin. bir de o çark düzelirse onun da çarkı gelip sorunsuzca dönsün istemişsin. insanoğlu hep bir şeyler istiyor. bazen de buluyor. çok ihtiyacın olan bir şeyi kazanırsın da hemen kaybedecek gibi hissedip ömrünün sonuna kadar susmak istersin ya, heh işte öyle bir şey.<br />
<br />
ve çarklar döndüğü sürece umursarsın. çarklar hep dönmeli, saatler hep çalışmalı ve insan hep yeni yerlerde, hiç bilmediği zamanlarda olmalı. çok iyi bir insanla olmalı. onun için olabilecek en iyi insanla. dünyayı iyilik de kurtaracak sevgi de. bence dünya kaş üzerinden tekrar kurulacak. en azından benimki öyle yani. herkes kendi dünyasını kurtarsın ve bana karışmasın istiyorum. ve evet bu kadar basit her şey. çünkü neden karışık olsun ki? bir kez dönmeye başlarsa, bir daha durmaz. bu yüzden çarpışırız işte. şiir de bu yüzden yazılmıştı.<br />
<br />
iş bu bahsedilen iyi insanlar üzüldüğünde her şey acı çeker bence. çiçekler gözlerden büyümeye başlar, ardahan'da bir imamın beş yaşındaki kızlarının giydiği çoraplar bir sanata konu olur ve yağmur yağar. temmuz'da yağmur yağarsa ben muhakkak üzülürüm. ben iyi insanların umursanmamasına dayanamayan bir adamım. belki de hayatta en katlanamadığım duygu budur. çünkü umursanmamak üzüntü getirir ve üzüntü de yağmur. yağmuru seven romantiklerden olamadım hiç.<br />
<br />
iyi insanlar da üzgünken çocuk olurlar. gelip sahilde bir cafeden bize bakarlar. o çocuğun gözlerinde kendi çocukluğumu görürüm ama sana söyleyemem. ben sana göre iyi olduğumu bilirim. sen ne kadar kızarsan kız ben sana göre iyiyim. ben sana göre iyiysem dünyaya göre de iyiyim. ve sırf bu yüzden yağmur yağarken çocukluğum gibi bakan çocuktan mendil alırım. ona acıdığım için değil, üzülmesin diye alırım. çünkü çok üzülürsen ve istersen dünya dönmez. dünya sürekli yağmurla dönmez.<br />
<br />
o mendil bir gün bir yağmuru dindirir ve kimse senin yanında benim kadar fazla olamaz. <br />
<br />
neyse, benim doğum günüm çok kutlu oldu. hiç olmadığı kadar da mutlu oldu. sen de gerekirse sadece bu yüzden mutlu ol senelerce.<br />
<br />
<br />Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-84255466180561621912016-06-24T02:32:00.002+03:002016-06-24T02:32:22.599+03:00bir şeyler bir şeyler ve yine bir şeyler ufakken kendimi kahraman sanıp duvarları büyüyle kırmaya çalışırdım. yaparken bir yandan saçma olduğunu düşünüp, bir yandan da inanmaya devam ederdim. öyle bir gerizekalılık. sonra yaş biraz büyüdü, ruh çok büyümedi. penceremi kasıtlı açık bıraktığım ilk anlara denk gelen dönemler hayatımın en çok halı saha maçına sahne olan dönemlerdi. halı saha olsun, basketbol olsun kendimce iyi geldiğine inandığım bir totemim vardır. her maçtan önce kale direklerine bi şey yapıp uğur getirdiğine inanan kalecilerle de sanki hiç gol yemiyor diye dalga geçmeye devam ederim. çünkü eren olmak böyle. o dönemler pendik sahili'nden telekinezi ile selam gönderdiğim zamanlara da denk geliyor. yani güzel zamanlar. ve o zamanlar ben hakikaten halı sahada yaptığım asistleri birisine doğru yapardım. çünkü beni tanıyan bilir halı sahada asist yapmayı gol yapmaya yeğlerim. çağın gerisinde kalmış bir on numara olmayı severim yani. asist yaptıkça bir yerlerde bir şeyler ışıldıyor gibi inanırdım yani.<br />
<br />
sonra bir şeyler bir şeyler oldu ve bir şeyler daha. eskisi kadar ayrıntı vermeyi sevmiyorum. yazı yazamamam da belki bu yüzden.<br />
<br />
insan her zaman istediğini yapamıyor. karar almak manasız. kalbimin kesinlikle karşı çıktığı çoğu şeyi başka bir yerimle yapıyorum. üzülüyorum da. bir de hiçbir şey yapamadığımda üzülüyorum. aldığımı ona da alamadığımda, yediğimi paylaşamadığımda ya da giydiğimi giyemediğinde. aslında ayakkabılarımızı tahmin ettiğinden çok severdim diyemiyorum da. bazen kendimi çok iyi anlatırım bazense hala konuşamayan bir çocuk.<br />
<br />
sürekli haksızlığa uğradığını düşündüğün birisine haksızlık yapabilmek için çok büyük bir baskı hissetmen gerekiyor. fakat baskıyı artık oluşturan da sensin. ben bir şeyi çok iyi öğrendim. hali hazırda bir denge var ve onu sağlamak bana düşmüyor. sadece olanı söylemeli insan. o kadar. bunu gerçekten anladım.<br />
<br />
çünkü sadece benim görebildiğim bir açıdan bana çok güzel bir pas geldi. ben de pas yapmak istedim.<br />
<br />
"hadi git maçını yap ve kazanmadan gelme"<br />
<br />
kazanamadık ama. ama evet. bu umudumu hiç yitirmeyeceğim evelallah. ama biz varız. ben de buradayım. sen zaten bence hep oradaydın. her şeye çözümüm budur evet. tıkandığım her an çıkış kapım bu kadar basit oldu. ve huzur budur. blog adresinin söylediği gibi. onca dert ve sıkıntı hep olacak, önemli olan çıkış kapısının olması. ya da penceresinin.<br />
<br />
<br />
<br />Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-36172381125636442292015-11-15T18:12:00.001+02:002015-11-15T21:09:00.835+02:00Bir<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-rtFe1NQfB94/VkiuyIBAF5I/AAAAAAAABlA/tQJn07S-1SM/s1600/tree_by_chryztoph.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://3.bp.blogspot.com/-rtFe1NQfB94/VkiuyIBAF5I/AAAAAAAABlA/tQJn07S-1SM/s320/tree_by_chryztoph.jpg" width="229" /></a></div>
<div>
<br /></div>
<i>''Yürü boyuna serine''</i><br />
<div>
<br /></div>
<div>
Gecenin bir vakti, saati bende kalsın. Karşımdaki cama yansıyan iki ışık, başkası yok. Nerede olduğumu bir ben biliyorum. Elimde bir yasaklı. Yargıladığım her şeyin bir gün elimde olmasını sorgulamıyorum. Üşümek de önemli değil. Önemli olan yine aynı şarkının çalması. Bugün iki sene önce bıraktığım yerdeyim. Yanımda olanlar aynı, bir iki yanlış sadece şehirleri değiştiriyor, ki ben kaderi sorgulamayı çoktan bıraktım. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
İki sene önce, yine aynı şeyi kazımıştım beynime. Kimsenin bilmediği bu şarkıyı bana ilk kim dinletmişti? Kimsenin bilmediği o kitabı bana ilk kim vermişti? Ve kimsenin bilmediği bir erkek çocuğu neden hiç sevmediği bir insan için ilk kez bir kağıt eskitmişti? Bir insan neden yazı yazmaya başlar tadında iddialı bir konuya değinmeyi ilk önce kim akıl etmişti? Tolstoy ''İnsan ne ile yaşar?'' ın cevabını ölmeden önce almış mıydı? </div>
<div>
<br /></div>
<div>
Sonuçlarını tam olarak alamadığım ama alacağıma dair belli bir hevesi de bulamadığım tek şeyime tekrar sarılmanın gizli gururunu yaşıyorum bencilce. Aklıma sorular soruyorum ve cevaplarını yalnız ben alıyorum. Ceketimi asıp, gömleğimi dışarı çıkartmanın cezasını mı çekiyorum? Süveter giymeyi sevmemenin mi? Yahut beyaz gömleğin içerisine kısa kollu atlet giymeme konusunda annemi ezdiğim anın mı belası bu? Bak ne güzel çalışıyor isteyince meret. Ne güzel de unutmuyor hiçbir şeyi. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
<i>''Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın''</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
Şarkı aynı evet, utanmadan da bir dize daha okuyorum. Çünkü hep bahsettiğim ''bir adım daha atsak?'' çelişkisi içerisinde yaşıyorum. Yaşamayı sorgulamayı da çoktan bıraktım. Kaç yaşımda olduğumun önemi yok. Babamın bu yaşlarda benim için minibüs kaçırmasının önemi yok. Annemin bir gecede on yaş yaşlanması önemli değil. Sanki hiç doğmamış da, yok olmamış gibi tekrar bir kardeş isteyebilecek kadar gevşek bir adamın, dört duvar içerisinde gülmeye utanmasını sağlayan şeylerin suçu yok. Ki ben Ceren'in adını Casio saatimin dönen yazısına kazımıştım. Arkadaşımda o saatin kumandalı olanı vardı, babamdan onu istemeye de utanmıştım. Öylece istiyordum sadece bir harf daha eklenmesini adıma. Beraber damağımızı yardık, on yaşında insanlarla dalga geçmeyi öğrendik de gülmeyi unuttuk. Sadece ''büyüdük işte, ondan'' diyorum. Oğlum böyle olmamalı diyorum bir de. Daima oğlumun olacağına inanıyorum. Çok mu yaşlanmayı düşünüyoruz? Hayattaki ilk hedefim bu. İletişimini kaybetmemeli. Çok mu sevmemeli? Bunu bir baba oğluna öğütleyemez, Belki evinden temelli uzaklaştığı merasimden yalnızca bir saat önce. Eğer olacağı varsa. Hiç söylenemeyecek şeylerin söylenip; gururla karışık, daimi hüzünlü, bildiğini düşündüğü şeyleri anlatmaya yeltenebildiği, dokunsan donacakmış gibi duran çocuğuna son kez içten sarılmasının çok az öncesi, çok çok az önce. Bağırmayacağını, onun da tıpkı senin gibi olduğunu bilerek. Tıpkı askeriye girerkenki gibi. Öyle bilinmez, öyle kaybedecek hiçbir şeyi yokmuş gibi. Askeriyeye girmeden yirmi dakika önce yapılmış konuşma gibi. Düşünmeden yani. Bir ay hazırlanıp, her şeyi unutmak gibi. Cüzdanın içinde kalmış, ucu katlanmış, okumaya hala cesaret edemediğim ikişer sayfalık kitaplar gibi. Ne yazdığımı hatırlıyorum. Ne yazdığını unutmuyorum. Belki de askerliği bu yüzden bazen iyi hatırlıyorum. Bunu da ben hiçbir zaman söyleyemem. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
Kedi gibi kuyruğumu kovalıyorum. Keşke kedi olsaydım diyecek kadar alçalmadım bugün ama insan bazen kuyruğunu kesecek kadar sinirleniyor bir şeylere. Tam tamına, Ağustos'un en lanet günlerine dönüyorum. Bir şeyleri bırakır gibi yapıp gittiğim güne. Kedinin çevresi sadece ama sadece otuz saniye, dört kere dönse iki dakika. Benim birisi neresinden baksan iki sene. Kaç kere döner ki insan? "Bunun bana kötü geleceğini düşünmüyorum. Görelim bakalım." diyerek gittiğim güne dönüyorum. Kör olmalı insan. Hiç unutmayacağım ve uzun süre her hatırladığımda girip bakacağım bir şifrenin ağırlığını yaşıyorum. Yazdığım her şey onun suçu. Yaptığım her şey benim. Gittiğim yer ağır değil, gittiğim şey ağır. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
<i>''Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç''</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
O günden birkaç gün evvel geçtiğim benzinlikten geçerken düşündüm bunları. Ben bazı yerlerden tekrar tekrar geçerek yaşamaya mecburum. Bunun ağırlığı sorgulanmıyordur inşallah. Şarkıyı benden başka kimsenin hatırlamadığına eminim. Kendimle ilgili gururlanacak şeyler bulmayı pek seviyorum. O şarkı çok ünlü oldu sonra. Unutuldu da. Yine de benim. O şarkının altında, kırklı yaşlardaki bir amcanın yorumunda gördüm bu dizeyi. Dalga geçmek için girmiştim, dünyam yamuldu. Hayat zaten beklendik şeyler olunca çekilmiyor. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
Bir numarayı, bir tarihi, bir dizeyi, bir şarkıyı, bir şifreyi, bazı söz öbeklerini ve yazarken neler hissettiğimi hiç unutmuyorum.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Bunca kedi, bunca 'yahut', bunca benim olmayan cümleleri görmemek için kör olmak lazım. Hakikaten kör olmak lazım. Bak, yıllar sonra yazdığım bir yazıyı beğendim. Kendimmişim gibi hissediyorum. Tesadüf yok, tevafuk; belki.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Bu da benim. </div>
Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-1526845097458110122015-10-21T18:06:00.000+03:002015-10-24T21:36:44.469+03:00böyle iyigüzel yazılar yazılabilecek dönemler, sonra silinebilecek dönemler. hep en başa dönüyorum. hafızamın kuvvetli olduğuna inanıyorum ama birçok şeyi unuttum. sadece başladığım noktayı unutamadım. çıt sesinin geldiği nokta. ve bir daha duyacağın ana kadar geçen süre. arası yok ama o ses var. herkesin bir çıt sesi var. işte asıl zaman o zaman başlıyor. arada geçen kısımda değil de orada. ve sonra bir tarafınla hep orayı bekliyorsun, geliyor ve devam ediyorsun. zaman bir nokta. arasını düşünürsen kafayı yersin. zamanı nokta olarak göreceksin yani. öyle derler.<br />
<br />
ne mutlu ki devam ediyorsun. suçlu olan benim. anlamayan benim. bencil olan benim. sinirli olan bile benim. beş sene sonra daha sinirli olacaktım büyük ihtimalle. ben anne babasının söylediği ikinci şeye tahammülü kalmamış bir ahmağım yani. çok irdelemeye gerek yok. yine de bir karakter edinmişim kendime, ara sıra geçip aynaya bakıyorum. insan en çok kendi olamadığını düşündüğü zamanlar yalnız ama en çok yalnızken kendi ya, yazmıştım bir kenara. ve ben en çok yalnızken yazıyorum bir şeyler. çünkü yazı yazmak bir tek kendine yeteri kadar yazıldığı zaman değerli.<br />
<br />
bazı dönemler anlaşıldım ve çoğu zamanlar yoruldum. bir insanın hayatı sürekli başladığı noktaya dönüyorsa da suçun muhattabı için çok uzağa gitmesine gerek yok. ben çok dönem kendim değilim çünkü gösterilmesi gereken hayatlarınıza tutunabilmek adına bolca uğraşıyorum. yine de aynı noktaya çıkıyorum. huzur arıyorsan eğer, başladığın noktaya gelmeye mahkumsun. gücünün gidişi ile ilgili.<br />
<br />
kahraman olmak gerekti, kahraman değilsin. kahraman değilsin. başlangıç noktasında kahraman değilsin.<br />
<br />
ve sadece yalnızken iyi yazı yazdığını düşünüyorsun. çünkü bencilsin. çünkü kendini tanımak iyi bir şey değildir derdi adını unuttuğum birisi. ve sen insanların adını, çamaşır makinalarını -ki bu kelimenin doğrusu makinedir-, müzik cdlerini unutsan da söylediklerini hiç unutmazsın. sen de söylediklerini unutmazsın. böyle yaşanır mı lan? bu da senin lanetin. mıy mıy yaşayacaksın işte. az miyavlayan kediler de çok düşünüyorlar bence. keşke kendimi ilk önce böyle tanıtsaydım. ben kedileri pek sevmem demekle yetinmişimdir. kendini tanımak iyi bir şey değildir. o sesi duyabilmek iyi bir şey değildir. şimdi kafanda döndürüp durabileceğin güzel bir şeylerin daha var.<br />
<br />
kaç sene, ne yaşadığının, kime ne yaptığının, yaptığını sandığının ne önemi var? kocaman bir ekrana bakarken, gözünün kanlandığını, midenin bulandığını hissediyorsun. halsizlik de zaten hissizlik gibi bir şey. çok fazla konuşmak istemiyorum. bazen çok fazla konuşmak istemiyorum ve bana kimse neden konuşmuyorsun diye sormuyor.<br />
<br />
böyle iyi.Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-76312979540599453082015-10-01T00:01:00.000+03:002015-10-01T00:01:00.667+03:00Bugün Günlerden GüzellikSıradan -gözüken- bir naber'in altından istediğim etkiyi çıkartabilmek tadında uçuk hayallerim oldu hep benim. Kalıbına ve olağan şeylere hiçbir zaman için sığamayan bir adam olarak da normal algılanmayacak şeyler yapmış olabilirim. Bu 'çocuk gibi' durumunu da hiçbir zaman aşamadım zaten. Gereksiz heyecanlarım, heveslerim, tepkilerim, beklentilerim oldu, oluyor, olacak. Ne mutlu.<br /><br /> Adım atıyorum ben. Attım. Bir adım attım ve çoğu şey düzeldi.<br /><br /> Pencereden bakmayı öğreteceğim dediğim günler geliyor aklıma. Büyük konuşmayı ne kadar da çok seviyor insan? Ben daha ayrı seviyorum. Ben bunu biliyor muydum acaba? Şimdi de bunu soruyorum kendime. Yine de en güzeli birlikte öğrenmekmiş sanırım, görüyorum. Pencereyi açmak önemli, bakmak öğreniliyor.<br /><br /> Genel olarak çok fazla şey hakkında umut besleyen ama pek fazla şey elde edemeyen bir adam olarak sürdürdüm hayatımı. Birçok şeyi de merak ettim hep. Çok fazla merak ettim. Senin varlığını da ilk fark ettiğim günden itibaren merak etmiştim mesela. Hayatın bir köşesinde duran, bilmiyormuş gibi yaptığın olasılıklar. Evde dururken pencereden içeriye mucizeler girmeyeceğini öğrenmem gerektiğini düşündüğüm bir anda pencereyi açtım. Dışarıya bakmak için açtım yahut sen gel de bak diye açtım. <br /><br /> Kime ne? <br /><br />Benim seni tanımam, neresinden bakarsan bak ''kime ne?'' ve ''geçiniz'' aslında. Dışarıdan nasıl gözüktüğünü umursamıyorum. Seni ilk bulduğumdaki harabeyi anımsıyorum. Yakın bir seviyede ama güvenli oluşumu anımsıyorum. Senin çok ciddi olduğunu anımsıyorum, benim dışarıdan gözüktüğüm ölçüde.<br /><br />İlk kez güldüğündeki şaşkınlığımı anımsıyorum bir de. Atomu parçalamışım gibi hissetmiştim. En son böyle sekiz sayfa sınav kağıdı verdiğimde hissetmiştim.<br /><br />''O kadar da ciddi değilmiş'' dedim ve bir o kadar ciddi şeyler düşündüm sonrasında. Yine de daima bir şey için çabaladım. O an takındığın ve bulunduğun yüz ifadesi bir daha öyle olmasın diye.<br /><br />Sen de güldün.<br /><br />Bazı kelimeler sadece bazı anlar kullanılsa dersin ya bazen, önceden de kullandığın ve sonrasında da kullanacağın için hafif bir kızgınlık da duyabilirsin kendine. Heh işte öyle.<br /><br />''Güldün, güller açıldı penceremin demirlerinde. İyi ki geçtin dünyadan. Sahi, ya doğmasaydın?''<br /><br /> Sevmek her daim ufak bir korkudur. İyi ki doğmuşsun sen, iyi ki olmuşsun.<br /><br />
Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-4991516365162472512015-09-16T20:35:00.000+03:002015-09-16T20:35:20.007+03:00İnanmak İnanmak dürtüsü insan için mühim bir olgu. Zamanla zedelenebilir, zedelenmesine rağmen yeşerebilir. Ben bunun özelinde karakterleri yargılayacak değilim. Yine de beni gerçekten anladığını iddia eden bir insanın bana inanmasını beklerim. Bu kardeşim de olabilir, eşim de. İnsan bazen elinde olmadan bir şeyler bekliyor. Bu huyumdan kurtulamadım. Çünkü ben birisi yoğurdun siyah olduğunu iddia ettiğinde ve ben onun beyaz olduğunu kanıtladığımda bile, ''ben onu hep siyah görüyordum'' sebebine dahi inanırım. Çünkü bana yalan söylüyorsa kendi bilir. Belki de kolay olanı seçerim ve inanırım. Yaptığı bir ayıp varsa, söylediği bir yalan varsa, ortaya çıktığı zaman ceremesini çekmeyi göze alarak inanırım. Bunun için de az yalan söylemeye çalışırım. Tuvaleti bulmak istediğiniz gibi bırakın.<br />
<br />
Bunlardan güç alarak; benim söylediklerime de inanılmasını isterim. Hayatta iki şeye tahammül edemiyorum çünkü ben. Birisi anlaşılmamak -ki bu sıkça başıma gelir-, diğeri de inanılmayıp, yargılanmak. Bunu da son zamanlarda kazandım, şükürler olsun. Ortada inanılması gereken bir gerçek varsa ben buna inanması için insanları zorlamam. Bir insana 'ben bunu yapmadım' diye yalvarmak karakterini ezmektir yani. Neresinden baksan da saçma. İnsanın bakış açısının değişmeyeceğine, kendisinin bir şeyleri idrak etmesi gerektiğine inanırım hep. Bu yüzden de bir şeyle yargılandığım zaman sadece bekliyorum. Bekliyorum çünkü birisi bunu biliyor ve sonucu gerektiği gibi olacak. Yine, ''ben'' böyle inanırım en azından. Bir şey söylüyorsam eğer, beyniniz ısrarla aksini söylüyorsa dahi bana inanmanızı beklerim. Beklerim yani. Çünkü bence ikili ilişkiler bunu gerektirir. Eşini bir ay evde bıraktığın zaman döndüğünde komşundan şüphelenmek gibi bir şey bu. Bunun da olasılığı elbet vardır ama dünyadaki her şey olasılıklardan ibarettir zaten. Her şey olabilir, aklınıza gelebilecek her şey. Tüm bu olasılıkların tek bir çıkış kapısı var işte; inanmak.<br />
<br />
Ve bu inanmak denen şeyi sağlamak için konuşmak bana inanılmaz saçma geliyor ama konuşuyorum muhakkak. İnsanın bir davranış biçimi vardır. Bu sana ya güven verir, yahut her şeyi daha kötüye götürür. Ortası yok bunun. Birisine güvenebilmen için sana bir şeyler söylemesine gerek yok yani. Bir cümleyi on kere tekrar ettiğinde kimse durup da 'ulan on kez söyledi, belki de doğrudur' diye düşünmüyor ama sen yine de konuşuyorsun. Çünkü karakterin. Çünkü korkuların ve kaygıların. İnsanın hayatını çekip çeviren şey korkuları ve kaygıları aslında. Başka hiçbir şey değil. Dinin de, sevdiğin bir şeyin de temeli aidiyet ve korkuya dayanır. Dallanıp budaklanmalarını saymıyorum. Tüm bunların saçma olduğunu bilerek, ''Ne yapıyorum ulan ben? Nelerle uğraşıyorum?'' dediğin an her şeyin çözüleceğini bilerek konuşuyorsun hala daha. Onları sormuyorsun ama. Çünkü boktan karakterin. Oturup köşene çekilmen gereken yerde ortaya çıkan karakterin. Amaların, ısrarların. Hepsine güzel bir küfür hazırlayıp, derin bir nefes alacaksın sadece. Ve en yakın deniz manzarasına inip yaşamaya devam edeceksin. Çünkü insan bir şekilde devam eder. Tüm her şeye olan saygından, kıyamamandan ve inancından. Küfrü de etmeyeceksin. İçine de atman gerek çünkü.<br />
<br />
Çünkü her şey aynı yere çıkıyor sonuçta di mi? Ama benim karakterim böyleye. Çıkış kapısı yahut aslolan geçiş. Beni ilgilendirmez. 'Ben buyum ve elimden gelen bu' insanı olamamanın belasını ömrün boyunca çektin, çekeceksin de. Hep 'bir adım daha atsam'ın olasılığını kovaladım çünkü. Şairi mi suçlasam bilemiyorum. Ve her seferinde bir adım daha attım. Bir adım daha atmasaydım düzelmeyecek olan şeyler de düzeldi bu sayede, bir adım daha atmasaydım daha da boka batmayacak olan şeyler de oldu. Muhakkak hayat böyle. Belki de beklesen de, bir adım atsan da elinde kalan şeyin sağlaması aynı olacaktı. İlkokulda bile sağlama yapmayı sevmezdim. Bulduğum sonucun doğru olduğuna inanarak büyüdüm ben. Bilemiyorum. Bilemediğim için de yaşıyorum.<br />
<br />
Çok seviyor insanlar şunu denemeyi; ben buyum. Ben de buyum; gerizekalıyım, zaman zaman mutluyum.Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-51690557145566578942015-09-14T11:07:00.001+03:002015-09-14T11:07:30.930+03:00Şafak: 8İnsanın en bütün olduğunu hissettiğinden kendini uzak hissetmesi korkunç bir duygu. Yani su içsen bile ufak bir memnuniyetsizlik oluşuyor sanki. Sadece hissedenin anlayabileceği garip duygu. <div>
<br /></div>
<div>
Ben sadece uyanalım ve yapmaya heveslendiğimiz ilk şey için zaman sayalım istiyorum. Hiçbir uzaklık tek noktanın ayrılmasıyla olmaz, onu da biliyoruz. Çalışmak insanları erteleyen ve her şeyi öldüren bir illet bunu da öğrendik. Biz ne zaman yaşayacağız? Akşam yemeğinden sonra. İşte tam da bu yüzden, karanlıkta bir gül açarken, şarkı çalarken dört nala sarılmak lazım. Aynı şairlere tutunmak, aklın zorladığı kötü olasılıklara inanmamak, en yakın konseri düşünmek, en lezzetli keki hayal etmek ve hediyelerini merak etmek lazım. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
Ben seninle her konuştuğumda yeni bir iş buluyorum. Bazen gözlerim doluyor. Sana beklediğinden daha fazla yazıyorum ama sadece ben biliyorum. Her şeyi halledebiliyorum ama. Önemli olan da bu. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
Bazen kendimi sana bile anlatamıyorum. İşte asıl eziyet o zaman başlıyor. Ben utanmayıp çarşambaya gün sayıyorum. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
Ne güzel demiş şair; </div>
<div>
<br /></div>
<div>
"Çarpıştık bir kere. Olabilecek tüm planlarımsın."</div>
Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-36454230759463475112015-08-30T01:43:00.000+03:002015-08-30T01:43:29.447+03:00GibiŞiirin bütünleştirici gücüne inanıyorum. Sana inanırım. Söz gelimi ben bir şeyi mahvetmişimdir ve tam o sırada sen çay içeceksindir. Öyle garip bir tesadüf, ki kendilerine inanmam. Bir şeyi bozan yapmayı da bilir elbet.<br />
<br />
Diyelim ki üşenmedim, çayı ısıttım ve küçük olması niyetiyle alınan mumu yaktım. Pembe olması biraz çocuk ol diye. Kapına geldim, ellerimde çiçek yok. Isıtılmış kötü bir çay ama dinimizde niyet önemli.<br />
<br />
Gidecek başka bir yerim olmadığını söylemiştim. Çayın da bitti bak üzülme.<br />
<br />
Düşünsene, beni öp sonra doğur beni desem cidden yapabilirmişsin gibi olma olasılığını. Şu an sarılmış gibi.<br />
<br />
Gibi.Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-39328698500726121282015-08-28T14:13:00.002+03:002015-08-28T14:14:07.497+03:00Barbunya Onca didişmenin üzerine gerginlikle beklerken "yarın ne yemek istersin?" sorusunu alabileceğiniz bir eşiniz olsun.<br />
<br />
Olsun ki barbunya cevabını vererek her şeyi düzeltin. Işıldayan'ın kahramanı olmak da bana kalsın.<br />
<br />
Ben barbunyayı çok severim bu arada ya. O yüzden de barbunyayı güzel yapan bir eş aldım. Afiyet olsun. Barbunya müthiş bir şey. <br />
<br />
Şantiyede yangın merdivende yazıyorum bunları. Barbunya.Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-2601590802420456032015-08-21T08:19:00.001+03:002015-08-21T13:34:28.508+03:00İyi, Sen? Otobüste sahur yaptıktan sonra bir yazı yazmıştım. Şimdi ise daha konforlu bir yerde, altı saatlik yolculuğumu başlatmak için beklerken yazıyorum. Demin bu yazıyı yazabilmek adına yalan söyledim. Bu yazı için biraz erken kalktım, sabah twittera bile bakmadım. Bunların ne demek olduğunu anlarsın.<br />
<br />
İnsan, hayatı sıradan ve düzgünken bile içinde bulunduğu anın ulaşabileceği güzel noktalardan birisi olduğunu düşünür. Ben şimdi, yalnızlıktan deli gibi korkan bir adam olarak, kendimi bayağı uzak hissederken yazıyorum bunları.<br />
<br />
En kötü anında bile çıkar yolu bulmak girişimlerim olmuştu ama en kötü anımda bile o an için yine de güzel diyebildiğim olmamıştı. İnsan böyle bir zamanda anlar bence aslolanı. Çıkış mı lazım yoksa zaman mı? Yahut sadece hareket etmek mi?<br />
<br />
Ben şimdi yalnızlıktan deli gibi korkan bir adam olarak, yalnızlığı değil de bir gün olmama korkusunu düşünüyorum. Anlıyorum seni, insan neden korkarmış asıl olarak anlıyorum. Bir korkumu yenmek için daha büyük bir korku olmalıymış anlıyorum. Yani artık pek yalnızlıktan korkmuyorum. Bu sabah ve benzer diğer tüm sabahlar daha iyi anlıyorum; hep söylediğim gibi hayat bir şekilde devam eder ama bu sabahların benzeri olmayan, Eylül sabahı gibi olan sabahlar gibi devam edemez. Senden ötesi yok ve ben başka bir yol aramıyorum. Yalın ayak, koşarak hep beklediğim yola korkmadan çıkıyorum. Evet sensizlik korkutucu, sen o yüzden bu kadar güzelsin.<br />
<br />
Herkes olmayabilirdi bir kaç sene önceye kadar ama şimdi senin olmama olasılığın, annemi pazarda kaybettiğim güne götürüyor beni. Her çocuğun anlatırken güldüğü ama hala daha düşününce irkildiği bir anısı vardır. Bir yirmi sene sonra benzer bir anıya gülemem. Ben şu an yirmi beş yaşındayım.<br />
<br />
Günümüze gelince; senin ve dolayısıyla benim hiç sevmediğm malum sıcakların ortasında beş saniyelik bir yağmur yağması benim malum şarkıyı hatırlamam için değil de neden? -Eren her şeye anlam yükleme- Yine de gözlerim dolu dolu oldu, pek iyi bir dönemden geçtiğim söylenemez.<br />
<br />
Sonrasında gelen y harfi eksik şiir. Nereye mi gidilebilir? Her sinir harbinin bir saat sonrasına. Yani diğer pazara çıkışlarda etrafta insan olmasa bile annenin elini son kez tutuyormuşsun yahut bırakırsan ölecekmişsin gibi davrandığın ana gidilir.<br />
<br />
Bu yazıyı Kartal, Maltepe ve trafikte yazdım. Aklımda hep dün attığım şarkı. Param olsaydı bugün sana çiçek alırdım. Hayatımda ikinci kez. Anlardın. Fakat Manisa'da kebap yemek daha güzel bir intihar şekli olarak geldi gözüme.<br />
<br />
Günaydın.<br />
<br />
<br />
<br />Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-4510831725298252822015-07-13T09:37:00.004+03:002015-11-15T19:10:23.600+02:00KekTelefonumdan ilk kez yazı yazıyorum bloga ve ilk kez birisinin yaptığı kek ile sahurumu bir tekli koltukta yaptığım gecenin ertesinde yapıyorum bunu. İstersen ilk kez bir şeyler yapmak hala mümkün.<br />
<br />
On üç yaşında tanışsaydık ayıp olurdu diye düşünüyorum. Yirmili yaşların başında da çok maldım ve çirkin. Hoş şu an da yanında sırıtıyor olabilirim ama senin açından bakınca ben bile idare ediyorum. Yani yaşamalıymışsın benden ziyade, inanıyorsak bir şeylere muhakkak sebebi vardır.<br />
<br />
Bir kek kokusunun özlemi yazdırdı bunları bana. Elime sinen deniz mavisinin kokusu olduğunu sen anla. Sabahlara kadar beyaz düşüncelerin kıyısında bilgece konuşmak bir tek sana yakışıyor. Benim geveze halim sen olmadığında. Sen benim dinginliğimsin anla. Aslında anlıyorsun da, sadece kızgınken bu sana ilgisizlik gibi geliyor bazen. Kırgınlık da yakışıyor ne yalan söyleyeyim. Yani demem o ki; kendini her daim yorgun hissetmiş bir adamın hasretini gidermesini anla.<br />
<br />
Her sabah işe girebilmek için kimlik veriyorum. Bunun neden kimlik değil de ehliyet olduğunu anla. Her sabah aynı çocuk gülüşüne şükretmenin verdiği ağırlık, ya yetemezsem korkusu ve deniz mavisi. Anla. <br />
<br />
Bu ramazan da ayrı not edilsin bir kenara. En fazla bir tane daha.<br />
<br />
Kek güzeldi. Damla çikolatayı seveli bir sene oldu, kediyi de. Ya seni?Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-89907622425002309082015-06-27T18:56:00.000+03:002015-06-27T18:57:44.961+03:00I'ya #2<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-3rKfgEDpqAk/VY7GLkSN1KI/AAAAAAAABjY/5gxgSNZFucQ/s1600/22.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="226" src="http://2.bp.blogspot.com/-3rKfgEDpqAk/VY7GLkSN1KI/AAAAAAAABjY/5gxgSNZFucQ/s320/22.jpg" width="320" /></a></div>
Sevgili I,<br />
<div>
<br /></div>
<div>
Yazarların sevdiği kadınlara yazdıkları mektupları ne kadar sevdiğini bildiğimden değil, içimden sana bir şeyler yazmak geldiğinden başlatmıştım bu köşeyi. Oradan buradan olmasın, sadece sana odaklansın diye. Zaten ben yazar değilim. Olmak isterdim ama değilim. Sen öyle olabileceğimi iddia edersin, ben yalnızca mutlu olurum. O zaman ben yazar olurum.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Malum mektuptan sonraki ilk buluşmamızda bakkala girdim. Yazılarımı ne kadar hevesli okuduğunu, henüz tanışmamışken bile karşıma geçip konuşmak istediğini söylerdin. Sırf bunun için bile yazar insan değil mi? Neyse, böyle dikkatli bir okuyucu ile karşı karşıya kaldığında afallıyor insan. Su almaya girdim, yine malum çelişkiye düştüm. Bir dakika sonra ''bakıyorum da çikolata almamışsın'' cümlesi duymamla birlikte, seni neden beklediğimi bir kez daha anladım. Herkes herkesi dinler I, fakat kimse kimseyi duymaz. Kimse kimseyi anlamaz. Sen beni duydun. Yazılarımı duydun.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Sana ilk konuşmamızda söylemiştim. Kendimi mühendis, öğrenci yahut eğitimci olarak görmüyorum. Ben bir tek yazı yazarken ve basketbol oynarken kendimi doğalmış gibi hissederim. Sanki gerçekten bunları yapmak için doğmuşum gibi. Sanki tamamen mutlu olabilmek için ara sıra da olsa bunları yapmam gerekiyormuş gibi yani. Ve yine sen beni tanımıyorken bile hayatta en çok değer verdiğim şey olan cümlelerimi çok seviyordun. Bu da tam olarak şuraya bağlanıyor; geçmişi olmayan hikayeler o kadar da ilgi çekmez. Biz aynı dükkanların önünden geçip, aynı hava şartlarına sövüp hiç yüz yüze gelmemişiz. Olabilir mi böyle bir şey? Olmaz. Hayatında gerçekleşen her olayın, bir noktaya ulaşabilmek ve onu tam anlamıyla kanıksayabilmek adına gerçekleştiğini düşündüğün anlar vardır. İşte o zaman geçmiş devreye girer. Geçmişin vardır ve bir şeylere sebep olmuştur. Bunu sindirmek zor olsa da vardır. İşte biraz da böyle düşünmeli insan. Şu an kışı düşününce üşümüyorsun ama zamanı gelince üşüyeceksin. Bunun gibi. İçindeyken kahrolduğun her şey, sana yeni bir kapı açmış gibi. Sonunda hiçbir şey olmamış ama hepsi bulundukları yerde kalmış gibi. Biz seninle aynı yerlerde doğmadık ama aynı yerlerde büyüdük. Kim bulduğundan ayrı kaldığı seneler için gönül rahatlığıyla şükredebilir ki? O yüzden olana sarılmalı insan. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
Yanımda bir adam çikolata yiyor. Sen olsaydın nasıl da ayıplayacağımızı düşünerek mutlu oluyorum. Aynı aile şartlarında büyüyüp, aynı şeylere isyan eden iki çocuğun bunlarla dalga geçmesi de ironik belki. İşte bu da sadece bizi ilgilendiriyor. Aynı şeylerle dalga geçemeyen insanlar nasıl yaşıyor I? Metro'daki kadının sesini duyunca aynı anda gülmeyen insanlar yahut dudaklarını burnunun bir milimetre altından boyayan kızları görünce dalga geçmeyen insanlar cidden nasıl yaşıyor? </div>
<div>
<br />
Adam kola da açtı. Çanım çok çekti.<br />
<br /></div>
<div>
Buluştuğumuz ilk gün etrafımızı hep köpekler sarmıştı hatırlıyor musun? Kahramanlıklardan falan bahsetmiştik. Ben o gün bir kaç ay önce bir köpek tarafından ısırıldığım için dua etmiştim. Sen bilmezsin. Bir şeyler daha yapmalıyım diye içim içimi yerken kaçar gibi eve gittiğim de olmuştu, yine onu da bilmezsin. Yaptırdığım kuduz aşısından mütevellit senin yanında çok kuul durmuştum. Her şeyin gerçekten de bir sebebi var mı I? Bir köpek ısırığı adamı kahraman yapar mı? Bilmem. Yine de korktuğunu bile bile sana aynı ada etrafında yedi tur attırabilmek de bir kahramanlıktır I. Bence böyle.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
''Gözlerimi böyle büyütünce çok mu korkunç oluyorum?'' deyişinle hatırlayacağım hep seni. O an ilk kez bakabilmiştim çünkü. Sonra Yusuf'un sözü gelmişti aklıma. Yüz yüzeyken söylerim. Birazdan söylerim. Seninle bir yerde kesişebilmek olasılığı ne yüce? O an sadece ''yoo'' demiştim. O an çoğu şeyi söyleyememiştim. O an ''sanki bir adım daha atsak her şey düzelecek'' dizesi yürürlüğe girmişti. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
Gideceğin yeri ötelemen ve vapur. Denizi hep neden bu kadar sevdiğimi merak ederdim yahut mavi'yi. Şairlerin mavisini, denizlerin mavisini ve bu saplantıyı. Sormak anlatmaz, anladığında anlıyorsun. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
Ve sanki hiçbir sorumluluğumuz yokmuş gibi. Sanki her şey bir metrekarelik alan içerisinde olup bitiyormuş gibi olmuştu. Kendi dünyamızı, kendi dilimizi oluşturmuştuk.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
İşte bende durumlar hala böyle I, senin bir metre çapında çözülemeyecek hiçbir sıkıntı yok bana. İşimi değiştirebilirim, tekrar okula gidebilirim, zengin olabilirim, ikimize birer kombine alabilirim, her hafta yanına gelebilirim, seninle iftar açabilirim, seninle hiç tanımadığın bir köye kahvaltıya gidebilirim.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Sence yapabilir miyim? </div>
<div>
<br /></div>
<div>
Birinin vereceği cevapları bilmenin ne kadar güzel olduğundan bahsetmiştim sana. Yalnızca sen anla.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-50442001458328548492015-06-05T20:24:00.000+03:002015-06-05T20:24:10.220+03:00I'ya #1<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-k4CMJ3-FtO4/VXHbIhe_4II/AAAAAAAABi0/VZA0A9jFdY0/s1600/22.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="226" src="http://3.bp.blogspot.com/-k4CMJ3-FtO4/VXHbIhe_4II/AAAAAAAABi0/VZA0A9jFdY0/s320/22.jpg" width="320" /></a></div>
Sevgili I,<br />
<br />
Nereden tutarsam tutayım, benim mutluluk tanımım Kadıköy'den geçiyor. Hayatımın en mutlu senelerini yaşadığım lise yıllarımla başladı bu. Buna rağmen, kimseye itiraf edemesem de -sana da- Kadıköy'ü en çok yalnız gezerken sevmiştim. Çünkü belirli bir yaşa kadar evinden çıkmamış bir çocuk için fazla büyük ve fazla hayaldi. Hayalin gerçeğe dönüşmesi evresinde oluşan hayal kırıklığını hiç yaşamadım orada. Gerçeği de hayali kadar güzeldi. Akabinde, gerçeği hayali kadar güzel hatta daha güzel bir olgu geldi ve artık Kadıköy'ü yalnız sevemez oldum. Elimdeki en büyük, en güzel şeyi bilerek, isteyerek paylaştım.<br />
<br />
Hayattaki en büyük gurur kaynaklarımdan birisi Kadıköy'de doğmaktır benim. Seninle de ilk görüşmemizde bu ayrıntıyı paylaşmıştım. Hatırlarsın. Çünkü senin henüz yüzünü görmemişken bile elitlik ve aristokratlık üzerinden dönen konuşmalarımız olmuştu. Bunlardan ötürü müdür bilinmez, hep çok kuvvetli durdun dışarıdan gözüme. Var olduğun gibi olmaktan bahsediyorum yani. Hiçbir fırça, hiçbir kalem darbesine gerek duymadan var olmak. Tam olarak istediğim şekilde, çok önceden çizilmiş. Üzerine bir sürü hamle yapılmış ama anlamı hiç kaybolmamış. Ondandır bazen gıcıklığımı alıp rafa kaldırmam. Birisi görse tanıyamaz, olsun.<br />
<br />
Bahse konu gıcıklığımı seninle henüz ilk görüşümde tanıştırmıştım. Aksi bir adam olmaktan korkar, günün sonunda hep onu olurum. Hele kafamda ufak bir soru işareti varsa, çekilmem. Sen neden çektin? Sana boş boş bakan bir adamı vapura binmeye teklif etmek hangi içsel dürtünün çıkarımıydı? Bunca sene boşuna gezmedik tesadüf yoktur diye. Bir yerde, bu dünyanın çarkı da bir kere fazla dönecek diye. Dünyanın çarkı ilk hamlesini, sana utanmadan bakabildiğim o meşhur anda yaptı. Bilirsin, liseden beri ilk tanıştığım insanlara uzunca bakamam. Birisine ''bilirsin'' ile başlayan cümleler kurabilmenin insan üzerinde rahatlatıcı, huzur verici etkisinden bahsetmiş miydim? Öğrenmiş oldun. İyi ki varsın yerine, iyi ki biliyorsun demeli belki de insan. İyi ki biliyorsun.<br />
<br />
Kadıköy'e ilk gidişimizi hiçbir zaman unutmayacağım, burası bir köşede kalsın. Dört tarafı karalarla çevrili bir berrak su parçasını keşfetmeye çalışmak nasıl bir şeydir bilir misin? Zor. Merak, heves, korku, telaş hepsi bir arada. Yıllarca kafanda kurduğun objenin sana, sen sormadan bir şeyler anlatması? Bunu bilirsin. Bana bazen çok geveze olduğumu, bazen hiç konuşmadığımı söylersin. Yine de, çenemin bağının nasıl yok olduğunu bir ben bilirim. Sen bunca hayal kırıklığı arasında, hala daha farkında olmadan yetinememen ile güzelsin. Onca eskimiş, tamamen kış kokan hikayelerinle. Sallandığın o salıncak ile, geriye dönmeye yeltendiğin ama ileriye doğru gittiğin bisiklet sürme anın ile, büyüdüğün ev ve elinden hiç düşürmediğin çikolatan ile güzelsin. O yüzdendir ki her markete girdiğimde bir çikolata alasım gelir. Seninle su aldığımda bile, çikolata almadığım için üzülürüm. Sen bilmezsin. Aklıma tam bu sırada ''O gelince küsmeli: Neredeydin bunca zaman/ Niye sevmedin beni/ Küsecek kimsem yoktu/ demeli'' mısraları geldi. Benim aklıma çok alakasız zamanlarda acayip şeyler gelir. Bunu anlayacağını ve seviyor olduğunu bilmek ne hoş.<br />
<br />
Bir de yanında cahil kalmalarımdan bahsetmesek olmaz. Binaların kubbelerini, kemerlerini anlatırkenki sanatkar ruhun; ufak bir çocuğa dönüşen ben. Sende aniden beliren anne şefkati. Gerizekalıya anlatır gibi anlattığın ayrıntıları unuttuğum için üzgünüm. Benim nasıl hevesli bir gerizekalı olduğumu bilirsin. Sana bir binaya düşen yük başına gerilim miktarını anlatamadığım için beni anlayamayacağından korkuyorum. Yine de sen genelde anlarsın. Ben ise bir aralar kendimi ''ben genel olarak anlamıyorum'' cümlesiyle anlatırdım. Şimdi seni anladığımı söylüyorsun. İnanıyorum. Yoğurt siyahtır dersen, oturup düşüneceğimi söylemiştim. Ciddiydim.<br />
<br />
Genel olarak ciddi değilimdir, hiçbir şeyi de umursamam fakat senin ciddiyetin hayatın geriye kalan anlamı gibi. Benim çalışırken yahut yeni bir kişiyle tanışırkenki katılığım gibi bir ciddiyet değil. Benim ile ilgili olan her şeyin aslında özünde, senin tarafından, ciddi bir şeye dokunmasıyla alakalı bir durum bu. Yani benim gibi her şeye anlam yüklemek değil, aslında anlamı olmak. Benim hayat özetim budur. Yüklenmeye çalışılan anlamlardan sonra, yüklenmiş bir anlamın bulunmasının verdiği şaşkınlık.<br />
<br />
Sen yoktun, ben bir söz vermiştim. Böyle bir şey hissedersem Kadıköy'deki o demire yaslanıp, kaçma pozisyonu alarak koşacaktım. Olmadı.<br />
<br />
Fakat sana söz veriyorum; Kadıköy bizim. Hiç olmadığı kadar, başka kimsenin olamayacağı kadar Kadıköy bizim çünkü ben seni orada tanıdım. Sen de sanki yirmi küsür sene sonra tekrar Kadıköy'de doğdun.<br />
<br />
Aynı yerde doğmuş olalım mı?<br />
<br />
<br />Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-84125740208407852842015-05-31T22:35:00.000+03:002015-06-03T16:03:09.037+03:00Paris'te Akşam Kahvesi<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-3kYOCmlPVgk/VWthyjdaT8I/AAAAAAAABig/A53DQm-CZuk/s1600/images.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://2.bp.blogspot.com/-3kYOCmlPVgk/VWthyjdaT8I/AAAAAAAABig/A53DQm-CZuk/s320/images.jpg" width="266" /></a></div>
<i>''Bir gül kopar, tüm çiçekler ezilir''</i><br />
<br />
Böyle başladı benim hikayem. Her insanın hikayesinin bir başlangıcı var ve bunu muhakkak sonradan anlıyor. Bir sürü nokta koyuyor, bir sürü ünlem koyuyor ama içindeki o asıl gereken noktayı hiç kendisi koyamıyor. Cefası, sefası, sancısı hepsiyle birlikte bir gün anlıyor ve sonradan, makul bir zaman geçince ''benim hikayem burada başlamış, sonradan anladım'' diyebiliyor ancak.<br />
<br />
Ben hikayemin başlamış olduğunu basit bir fışkiyenin önünden geçerken fark ettim. Eski zamanlardaki gibi, anneme bağırıp da sonra özür dilemişim ve o beni affetmiş gibi, annem ile hala daha umursamazca ve güler yüzle konuşabilirmişim gibi hissettiğim bir an anladım.<br />
<br />
Beni okuyanlar bilir; bir gece pencereyi açık bırakmamla başladı benim hikayem. Fonda çalan bir iki şarkı ile başladı. Metroya girmemle başladı, vapurdaki o çocuğa bir değil de, iki lira vermem ile başladı. -mış gibi'yi atmam ile başladı ama ben fışkiyenin önünden geçerken fark ettim. Işıldayan'ı bırakınca fark ettim.<br />
<br />
Sorgulamaktan bahsederim hep. Hayatın getirdiği şeylere ''buymuş bahtıma düşen'' şeklinde bakamam. Olanları bir yere bağlayıp neden çıkartmak hayatta başarabildiğim nadir şeylerden birisidir. Bu yüzdendir ki uzun dönemler kötü bir insan olduğumu düşündüm. Mörfi, karma, kader her ne ise payıma düşen hiçbir şekilde düzgün işlemedi yani. İki, üç aylık suni mutluluk aralıklarım oldu ve sonrasında gelen uzun uzadıya bunalımlar. Ben şükretmeyi çok severim. İnsana elinde gerçekten de bir şeyler varmış hissi verir çünkü. Diğer türlü çıldırırsın. Yine de her mutluluğumun arkasında ufak bir soru işareti bırakma gereksinimi hissettim. On sekiz yaşımda, kendi kanımdan olan birisine, tüm ailenin önünde fırçayı basıp, yaptığı tüm şeyleri söyleyerek türk örf ve adetlerini delmişliğim de vardır ama ikili ilişkilerde doğal olmayı başaramadım hiç. Çünkü ben aklım erdiğinden beri yalnızlıktan korkan bir adam oldum. Vakti zamanında, Atatürk'ün de yalnızlıktan korktuğunu öğrenip gururlanmışlığım bile vardır. Sonuç olarak Atatürk'ün yalnız öldüğünü de aklım ermeye başlayınca öğrendim. Bunu bile bir yere bağlamış olabilirim. O derece hastalıklı bir kafam var. Her neyse, ne diyorduk? Doğal olmayı başaramadım. Ben nerede bir çift umut gördümse tuttum onu ''ulan belki de budur benim huzur noktam''a bağladım. İnsana her şeyin ''önceleri'' hoş gelir. Sonrasında da olayların oyun hamuru olmadığını anlarsın. Ne varsa elimde, bir şekilde istediğime dönüştürebileceğime olan inancım da uzun bir süre öncesine kadar devam ediyordu. Babam hep söyler, başıma ne gelirse bu gereksiz özgüvenimden gelir diye. Yani benim hayatım kahraman olmaya çalışmakla geçti. Bunu kendimin yapamayacağını eski evimizin yokuşunda, taksi durağının önünde anladım. Bütün dünya beni izliyordu.<br />
<br />
Yirmi yaşını geçmiş ve çağımızda yaşayan ortalama bir genç kesin olarak büyük bir boşluğa düşüyor. Dünyanın etrafında döndüğü, yaşamsal faaliyetleri hariç etrafında olan hiçbir şeyin umrunda olmadığı ama ufak ama büyük bir dönem yaşıyor. Benim de etrafımda adam ölse, elimi uzatma eylemini beynime gönderemeyeceğim dönemlerim oldu. Gerçek olanın bu olduğunu da o zaman anlıyorsunuz işte. O adamın ölmesi senin için önemli değilse, elini de uzatmaman gerektiğini o zaman anlıyorsun. Toplumun yargılarının, senin kafandaki çatışmaların hepsinin boş olduğunu o zaman anlıyorsun. ''Ben de kötü bir insan olayım ulan o zaman'' da diyebilirsin pek tabii. Lisedeki felsefe hocamızın aralıksız bir şekilde ''kime göre? neye göre?'' cümlelerini söylemeleri geliyor aklıma. Hızlı trenin askerlik yaptığım birliğin yanından geçmeleri geliyor. Bir şekilde yine kesişebilmemiz geliyor. Hiçbir şey yapman gerekmiyor aslında iyi insan olabilmek için.<br />
<br />
Zamandan bahsettiğim yazılarım olmuştu. Yazarken gerekli, gereksiz bir çok şeyden bahsettim zaten. Yazılarımda bile doğal olamadığım zamanlar olmuştu yine. Yirmiye yakın yorum alan yazılarımın neredeyse hepsi kurmacaydı mesela. Hüznü çok seviyordu insanlar, ben de öyle. Hüzün tutuyordu yani. Zamandan bahsettiklerim gerçekti ama. Bu da içinde bolca hüzün barındırıyordu. Zamandan, beklerken bahsetmiştim çünkü. Bekleyen bir insan için zamanın önemini herhangi bir saat anlatamazken bahsetmiştim ve gerçekten zamanın hiçbir şeyi düzeltemeyeceğini düşündüğüm yıllardı. Dünyanı kurtardığım çok afilli arkadaşlarım oldu. Onlarla bile hızlandıramadığımız dakikalarımız olmuştu. Onlarla bile içinden çıkamadığımız düğümler için bekledim. Beklemek eylemini tek kişilik sandığım günlerdi. Askerdeyken bir sabah kalkıp, hiç sırası değilken kırk satır umut mesajı okurken anladım tanımın aslını. Edirne'ye giden bir otobüste Ezginin Günlüğü çalmasını ve tam o sırada kafanda iki insanın hiç gereği yokken mutlu olmasını açıklayabilecek elle tutulur bir sebep aramadım hiç. Kendimle ne kadar çelişiyorum eğer gerekirse? İki farklı çizgide, aramın iki farklı şehir kadar uzak ama iki açık kol kadar paralalel olduğunu bildiğim için beklemişim. Bunu da Beşiktaş'ta yürürken anladım. Işıldayan orada doğmuştu. Siz bilemezsiniz.<br />
<br />
Siz bilmezsiniz. Ben bir gece hiç beklemediğim bir ses ile uyandım. Çok geç yatmama ve telefonumu kendi hür irademle sessize almış olmama rağmen uyandım. Böyle nasıl anlatılır bilemediğim zamanlar olmuştu. Gerçek bir şeyi anlatmayalı o kadar uzun süre olmuşken, buna birazcık hakkım vardır belki. İşte o zamanlar, bahsettiğim herhangi bir başın omzuma düşmesi için yalvardığım zamanların, Allah'a dua ederken ''hala daha'' kelimesini kullanabilmenin karşılığını bir şekilde aldığım zamanlardı. O gün sanki yazdığım her şey boşa çıktı. Bunun nasıl büyük bir şaşkınlık olduğunu siz bilmezsiniz. Bir zaman sonra, kendi içinden, hakikaten gerçek olan bir şeylerin gelmesi için dua ettiğin ama bunu kendi içine bile inandıramadığın noktadayken, insan hayatı hep böyle devam edecekmiş gibi hisseder. Neredeyse Batman'in neredeysesini atarken bunu anladım. Siz hakikaten bilemezsiniz.<br />
<br />
İşte siz yine bilmezsiniz, ben bir gün fışkiyenin yanından geçiyordum. Mevsim normallerinin altında bir sıcaklık vardı. Üzerime yeteri kadar kalın bir şey almamıştım. Ayağımda en sevdiğim ayakkabım, kulağımda en sevdiğim ses vardı. Karşıdan sarhoş bir adam geliyordu. Biraz ilerideki köşeden taksi çağırmışlığımız vardı. Bunu neden düşündüğümü hiç düşünmeden yürüyordum. Bir yandan da belki de, cidden, bir ihtimal, hakikaten iyi bir adam olabilmeyi başardığımı düşündüm. Belki bir dönem, belki bir dönem birisi için iyi bir şey yapmıştım ben.<br />
<br />
''Ütopyalar güzeldi''r işte. Ben demiştim. Siz bilmezsiniz ama ben demiştim. Bir vapur dumanını, bir deli gibi beklerken demiştim.<br />
<br />
Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi cümlesini aldım. Sankisini attım, zamanını değiştirdim. Şimdi çok huzurluyum. Şimdi hiç olmadığım kadar huzurluyum.<br />
<br />
Herkes için iyi insan olabilmek imkansız.<br />
<br />
Yine de birisine göre iyi olabilmeli insan. Birisinin kahramanı olabilmeli.<br />
<br />
--<br />
<br />
Bu tablonun ne olduğunu siz bilmeseniz de olur ama yazıyı tekrar okuyacaksınız <a href="https://www.youtube.com/watch?v=w9Hhmz0u_Q0" target="_blank">bu şarkıyı</a> dinlemezseniz olmaz.Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-22279354999988175972015-02-06T00:24:00.000+02:002015-02-06T00:24:01.759+02:00Renksiz X<i></i><br />
<div class="separator" style="clear: both;">
<i><a href="https://lh3.googleusercontent.com/-PKaJfQq-45A/VNJVPU7jFWI/AAAAAAAABfI/GHp7CsrBPuk/s640/blogger-image--655830791.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="270" src="https://lh3.googleusercontent.com/-PKaJfQq-45A/VNJVPU7jFWI/AAAAAAAABfI/GHp7CsrBPuk/s400/blogger-image--655830791.jpg" width="400" /></a> </i></div>
<br />
<div>
<i style="font-family: 'Helvetica Neue Light', HelveticaNeue-Light, helvetica, arial, sans-serif;"><br /></i>
<i style="font-family: 'Helvetica Neue Light', HelveticaNeue-Light, helvetica, arial, sans-serif;">"Denge arayışı içinde olan biriyim''</i></div>
<div>
<br />
Ne zaman düşünsem, kendimi birden Sakarya Tren İstasyonu'nda buluyorum. Yılın ilk karı yağmış. Bana, nereden baksam ömrümün ilk karı gibi geliyor. Her gün isyan ederek, lanetler yağdırarak geçtiğim kırmızı, mavi üçgen kaldırım desenlerinin üzerine bilgece bir dikkatle basıyorum. Sanki o gün onların bile dizilişi farklı. Bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar. Çünkü Melahat'ı arıyorum. Her kar yağdığında, standart bir Türk vatandaşının dinleyebileceği en basit şarkılardan birisi çalıyor kulaklarımda. Melahat tavsiye etmiş. O günden sonra o şarkıyı bir daha hiç dinlemiyorum. Doğal olarak, özel oluyor. Genel olarak, her şeyi çabucak özel yaptığımı söylüyorlar.<br />
<br />
Olaylar tıkırında giderken yazacak güzel bir şey bulmak benim gibi adamlar için çok zorlayıcıdır. Melahat o gün yazıya ben istemeden dahil oldu. Zorla dahil oldu. Kırk yıllık ve ilk kez fark edilmiş bir ağaç gibi. Bilinen her gün aynı yerden kalkıp da ilk kez o gün göze çarpan bir kuş gibi. Yazı yazma isteğim de işte böyle var oldu. İstemeden.<br />
<br />
Hakikaten güzel yağıyordu kar ve bir şeyleri güzel bulmayalı epeyce sene geçmişti.<br />
<br />
Çirkin bir adam, güzel bir kadını sevdiğinde dünyanın gözle görülür kıyametlerinin en belirgini kopar. Renksiz bir adamın var olduğunu anlaması ve parlayacak bir kıyı bulması ne demektir, bunu yalnızca dengeyi bozan çirkinler bilir. Ve bu çirkinler yine bilir ki, dünyanın dengesi bozulmamak üzere kurulmuş. Sen bir yerinden çekip, oldurduğun bir çıkıntıya takmayı becerebilecek gibi olsan da o denge gerektiği zamanda, gerekmeyecek kadar sert bir şekilde dengeyi sağlamak adına senin tüm organlarına asılır. Ama yine de var olmak güzeldir. Fark edilmek güzeldir. Bazı insanlar sadece fark edilebilmek için yaşar. Bazı insanlar sadece ''ama yine de..'' diyerek cümle kurabilmek için yaşar.<br />
<br />
Geçip giden günlerde Melahat'ı genel olarak hiç anlayamadım. Kendini anlatmayı da pek sevmezdi. Ben ise kendimi anlatmayı severdim. Bayılırdım. Ya da çok severdim. Bir insanı tam olarak anlayabilmek için karşılıklı sevişmek gerektiğine kanaat getirdiğim günlerin tam ortasındaydım. Melahat sanki beni yalnızca bir süre sevmişti. Çok evvel zamanda. Sonra da sever gibi olmuştu. ''Neden?'' sorusunun lugatından kalktığı, kalkmak zorunda olduğu bazı anlar vardır. İkimiz de buna ikna olmuş gibi yaptık. Hayat ikna olmak zorunda kalmalardan oluşuyor zaten.<br />
<br />
Melahat adında bir kadını sevmenin ağırlığı yeteri kadar yük bindiriyorken, dönemsel bir duyguya dayanamayacak kadar halsiz hissediyordum. İnanacak bir yalan arıyordum. Ustalıkla da buluyordum. Kendimi iyi kandırdığımı da söylerler.<br />
<br />
Bir şeyleri güzel bulabilmeye tekrar başlamak neresinden baksan boku tekrar yemeye başladığına işarettir. Çünkü insan anlatabilecek bir hikaye bırakmak için yaşar demiştik. Anlatılabilecek bir hikaye bırakmanın makul yollarının hepsinde beklenmeyen bir acı, beklenmeyen bir hayal kırıklığı ve yıllarını heba etmiş bir kırgınlık vardır. Baştan aşağıya mutlu bir hikayeyi kime dinletebilirsin? Dinletecek adam bulsan bile, sen anlatmak istemezsin. Askerlik sonrası evin halısına basmanın bile verdiği özgürlük hissi gibi bir şey bu. Hayatının belirli bir dönemi hissiz ve halsiz geçecek ki bir şeyleri tekrar güzel bulabilmeye başladığında, kalemi tekrar eline alabildiğini göresin. Sonra da onu elinden alıp, neyse.<br />
<br />
Kalemi eline tekrar almak; denge arayışı içerisinde, sorgulayan bir adam olan çirkin için -haddi olmayarak- yüz hatları kalemle çizilmiş bir kadını tanımak demektir. Çirkinliğini unutmak demektir. Haddini bilememek demektir. Yamuk burnu hem yamuk kalsın demektir. Kendi olsun demektir. Ne büyük bir olanak.<br />
<br />
<i>''Zaman bir ilaç değil, bilakis bir cezadır''</i><br />
<br />
Gün gelir, hayattaki her kavram iç içe girer. Aylardır anlatmaya çalışıyordum; -altı aylık ara hariç değil- beklemek, istemek, zaman. Sen neresinden tutmak istiyorsan orasından al. Evrenin tüm dengelerine aykırı bu çarpışma olayı senin hayata karşı çıkman anlamına gelebilir. Melahat diye güzel bir kadın mı olur? Olabilir. X adında çirkin bir adam? İstemediğin kadar. Yıllardır oturtmaya çalıştığın ''hayatın, herkesin dediği bu kadar basit şeye boyun eğmeyeceğim'' bakışının en canlı örneğidir. Çünkü dengeyi bozmuşsundur. Haddini bilmek istememişsindir ve nihayetinde hayatın sana verdiği tepkiyi kabul etmek zorundasındır. İnsan ne yaparsa sonucunu düşünerek yapar. Bazen bunu inkar etmek isteyebilir. Aksini söyleyenlere inanıp kendinizi gaza getirmeyin. Nil Karaibrahimgil de bu kümeye dahil.<br />
<br />
Denge bir yerde muhakkak bozulur. Oraların şarkıları ''Superman olmak lazım bazen'' diyebilir. Siz her yeri çocuk aklınızdaki Batman fotoğrafları ile süsleyebilirsiniz. Hatta Batman figürlü anahtarlıklar alıp, içinizden ''Durma, kendini hatırlat'' dizelerine bir selam çakabilirsiniz. Yine yüzü kalemle çizilmiş bir kadına doğru gelen arabayı tutup karşı şeride atabilirsiniz. Yahut kızı kendinize çekip, bir saniyeliğine onun kahramanı olabilirsiniz. Onu, bunu, şunu, içinizden ne geliyorsa yapabilirsiniz fakat o denge bir kere bozulduysa olan biteni zamana bırakmayın. Olan biteni zamana bırakıp, ona da ayıp etmeyin. Hem zamana, hem ona.<br />
<br />
Çünkü atacak diye beklediğimiz, birazcık daha kaysa her şey tam rayına oturacakmış gibi hissettiğimiz hayatın çarkına bir ilmek daha atmaktır zamana bırakmak. Zaman bugüne kadar herhangi bir şeyi çözmemiştir. Yahut benim 'çözmek' tanımıma hitap etmemiştir. Üzerini iyi kapatır, içinin şişkinliğini alır ama asla beklediğini gerçekleştirmez. Zamanın kendi iradesi vardır. Seninkisini umursamaz. Dünya üzerindeki her kavram gibi o da bencildir. Asla sencil olmaz. Olmasını istediğini, yolunu gözlediğini sana sunmaz. Onu, yokmuş gibi bitirir. Yeni bir seçenek sunar belki ama eskiye dönüp baktığın zaman, beklediğin şeyin ve zamanın boşluğunu ömrün boyunca suratına vurur. Zaman kopartır, bağlamaz. Zaman kapatır, unutturmaz. X gibi adamlar zaten asla unutmaz.<br />
<br />
<i>''Gördün mü, doğru olanı yapma konusunda kafa yorman gerekmiyor. Doğru şeyi yapıyorsan, zaten düşünmeden yaparsın.''</i><br />
<br />
Zaman diyorduk. Dolaylı yoldan da düşünmek diyoruz. Düşünmek ikili ilişkilerin tıkanma noktasıdır. Herhangi bir şeyi düşünebilecek zamanınız oluyorsa, onu yaşamaktan sıkıldığınızın başlangıcına da tanık oluyorsunuz demektir. İnsanın yaptığı şeyler gün geliyor da hevesinin, isteğinin, algıların önüne geçemeyecek kadar ağır geliyorsa, diğer insanın da bu şekilde zamana hakaretler eden bir yazı yazmaktan başka seçeneği kalmadı demektir.<br />
<br />
Her zaman ne diyorduk? Melahat diyorduk. Melahat'ı doğum yapan bir kadının yanına götürmek isterdim. Bir çocuğun memeye nasıl da biliyormuş gibi yapıştığını görsün isterdim. Yahut onu çocukluğuma götürmek isterdim. Hikayesinden bahsetmiştim, Maviş'in evden kaçtıktan sonra nasıl da kafesini tekrar tekrar bulabildiğini beraber izlemek isterdim. Çocukluğuma geri gitmişken bir süre orada kalmak isterdim. Asansörlere binmek isterdim tekrar. Asansörü kaplayan sacı babamın çalıştığı firmadan mı yoksa en büyük rakiplerinden mi almışlar diye merak ederdim belki yine. Bu çok büyük bir dertti benim için mesela. İnsanlara bunun hassasiyetini anlatamam. O yaşlardaki en büyük pişmanlığıma geri dönerdim. Babamın aldığı kaliteli tükenmez kalemi, okuldaki en popüler çocuklar uçlu kalem kullanıyor diye uçlu kalemle değiştirdiğim güne dönüp, o kişiye ''hayır'' diyebilirdim belki.<br />
<br />
Yine de Melahat'ı tekrar görürdüm. Yine de güzeldi Melahat derdim. Yine de denerdim. Sana rağmen, kafandakilere rağmen, taksi durağına rağmen, pizzacıya rağmen, burgerciye rağmen, benim koca kafama rağmen güzeldi derdim. Yine de denerdim. Yine de oldururdum kafamda. Gece yatarken hele, kesin oldururdum. Bir hata yapıp yine askerlik yapacak olsam, nöbet kulübesinde acayip oldururdum. Çok afilli oldururdum, neler düşündüğümü anlatabilsem belki de beni kırmamak için sen de oldururdun.<br />
<br />
Yine o yattığım koğuşta yatardım askerde. Yine çok bunalırdım. Yine her kalktığımda kafamı vururdum o demire. Yine de demirin hemen yanından çıkmış, kopuk süngeri sökerdim. O kumaşı düz bir hale getirirdim ve üzerine ''Umudunu kaybetme ulan!'' yazardım.<br />
<br />
Yine de fayansa sıçan adamlara umut depolamanın verdiği ağırlığı ömrümce yaşardım.<br />
<br />
Hayat bir çizgi işte. Sağdan, soldan, arkadan, ortadan gidebilirsin. O çizgide, aralıklarla bazı noktalar var. Diğerlerinden daha belirgin çizilmiş. Neresinden gidersen git takılmak zorundasın işte. Melahat var, Zamanın üzerini kapatıp yokmuş gibi yaptıkları var. Olmuşlardı. Noktalar sürekli oluyor. En son noktaya kadar ben de sağa sola savrulup duruyorum. Her gelen rüzgara eyvallah diyorum. Ben buyum. Bazıları da yerinde durmayı seviyor. Bazıları yaprak seviyor, bazıları rüzgar.<br />
<br />
Ve sonuç olarak hakikaten hiçbir şey değişmiyor. Elime bir boya fırçası alıyorum, renksiz X'i renkli yapabilmek için uğraşıyorum. Anlatılacak, dinleyen bulunabilecek bir hikaye için. Sadece onun için. Bencilce. Düşünmeden. Doğru olduğuna inanarak.</div>
Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-9689932854798183512014-08-05T18:16:00.001+03:002019-11-11T14:02:54.377+03:00Ütopyalar Güzeldi<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://4.bp.blogspot.com/-qaq8nmcgVU0/U-DzdodRDdI/AAAAAAAABck/eD1FJfYltlo/s1600/10294410_475813402554964_399421437427697456_n.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="182" src="https://4.bp.blogspot.com/-qaq8nmcgVU0/U-DzdodRDdI/AAAAAAAABck/eD1FJfYltlo/s1600/10294410_475813402554964_399421437427697456_n.jpg" width="400" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
İkibinli yılların unutulmuş bir döneminde sıradan bir başın omzuma düşmesi için Allah'a gereğinden fazla yalvarmıştım. Ütopyalar güzeldi. Benliğinin her bir hücresini aşıp, tüm karakterini hiçe saymak güzeldi. Kendini tanıyamamak güzeldi. O günden beri çok fazla üzülemiyordum.<br />
<br />
'<i>Geçmiş, bir daha geri gelmeyecek zamanların hikayesi.'</i><br />
<br />
Malum güne kadar.<br />
<br />
Kayalıkların en düz kısmında otururken, <i>''Sorulacak çok fazla sorunun olması onları sorabileceğin anlamına gelmez''</i> demiştim bir arkadaşa. İnsanların hayata karşı beklentilerinin gereksiz olduğunu düşündüğüm dönemlerdi. Şu an için ise, her şeyi bir köşeye atarak, hayattan bir şeyler beklemenin yaşayabilmek adına tek kullanılır anahtar olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizim paralelimizi yaşayan insanlar bilirler ki yaşın on sekizlere vurduğu andan itibaren soru sormaya başlarsın. Soru sormaya başladıkça da bir şeyler beklemeye. Bir şeyler beklemek tek taraflı bir eylem halinde geldiğinde ise karşı taraf için çekilmez olmaya başlarsın. Bu da ikili ilişkilerin en basit kuralıdır. Hevesi kaçmış yalnızlık. Bayağı kötü.<br />
<br />
Ben her noktasından kaçmak istedikçe, hayatım bir şekilde <i>''neden?''</i>e gelmeyi başarır. Bu, bahsettiğim dönemden beri hiç şaşmadı. Her insanın hayatı bir gün <i>''neden?''</i>e gelecektir. Gelmeli. Hayatım <i>''neden?'' </i>sınırında geçerken, benim de bazı nedenlere neden olmuş olabileceğimi de biliyorum. Bu çıkmazı bazen iliklerime kadar hissediyorum. İşte ikili ilişkilerin en basit kargaşı da burada başlıyor. 'Eden bulur' döngüsünün yahut karmasının yahut kaderinin sonsuz bir çıkmaz olduğuna inanmaya başlıyor insan. Birisi bir yerde bir yasaklıya dokunmuş ve diğer herkes o yasağa dokunmanın tadını merak ediyor gibi. Bir kere dokunduğun zaman da asla hiçbir şey aynı olmuyormuş gibi hissediyorum. Çünkü evimden dışarıya çıktığım ve pencereyi açtığım ilk günden beri hiçbir şeyin aynı ve keyifli olmadığı konusunda, yıllar önce yalvardığım Allah'a -hala daha aynı eylemde ısrarcıyımdır- yemin edebilirim. Bir noktadan bırakıp, her şeyi sıfıra çekmek istediğim her anda yeni bir sınavın olduğuna da. İşte o günler kendimi her daim bir deney tüpünde gibi hissediyorum. <i>''Bir de bu dalgayı gönderelim bakalım kahramanımız ne gibi bir hamle yapacak?''</i> tadındaki hadiselerin sonucunda bölüm sonu canavarını bekliyormuşum gibi hissediyorum. Bölüm sonu canavarının hala daha gelmemiş olması inancı ise tamamiyle benim gerizekalı umudumu ilgilendiren bir şey.<br />
<br />
Bazen bu umut bile sarsılıyor. Bitiyor diyemiyorum çünkü kendime hakaret etmeyi sevmem. Benim umudumu çalıyorlar. Benim umudumu geçmişle çalıyorlar. Benim umudumu korkularla, kaygılarla çalıyorlar. Benim umudumu gelecek ile bile çalıyorlar. Benim umudumu varsayımlar ile çalıyorlar. Ve benim umudumu çalmak dünya üzerinde işlenebilecek en büyük hatalardan birine denk geliyor. Çünkü ben bir bok yiyorum ve sonunda ''Benim umudumu çaldınız ve ben bu tarz durumlarda saldırgan olmamla tanınırım'' diyebilme hakkını kendimde görüyorum. Velev ki değişiyorum. Ne fark eder? <i>''Eylem hiçbir zaman için eylemi tetikleyen etkenleri yutmaz.''</i> diyorum kendi kendime. Çünkü yutmaz. Siz her ne kadar sonuca odaklansanız da isteyen taraf, isteğine vurulan her bir darbeyi içinin en güzel yerlerinde saklar. Çünkü hakkı vardır. İsteyen taraf olmak, bekleyen taraf olmaktır çünkü. Bekleyen tarafın sancınısını da ancak bekleyenler bilir. Bilirsiniz.<br />
<br />
Beklemek ve istemek ile sınanmış bir beynin yapamayacağı çocukluk da yoktur. Hep diyorum ya; çocuk gibi içinden geleni yapmak güçsüzlük göstergesi değildir. İçinde olanı tutmak da güçlülük olamaz. Hayat gücü çok daha garip durumlarda sınıyor evvela. Orasına karışmak istemem. Bu yüzden de yaptığım şeylerden pek pişmanlık duymam. İnsanların gözündeki imajımı sorgulamamayı, ne yaparsam yapayım kafalarındaki kargaşaları aşmayı başaramadığımda öğrenmiştim. ''Benim fikrim'' olgusu, ''benim kararım'' kararlılığı ve ''ben bunu seziyorum, bu böyle'' sabitliğini çözebilecek kelimeler henüz icat edilmedi. Ben ise ufacık bir bakışa herhangi bir bağımı çözebilmekle ünlü bir gerizekalıyım. Bu yüzden de insanların suratlarına bakmaya korkarım. Onlar bakmaya da korkmuyorlar. Baktıktan sonra unutmaya da. Çünkü dikkatli bakan birisi unutmaz. Ben öyle inanırım. Söz unutulabilir belki ama baktığı yer unutulmaz. En basitinden, ayıptır yani.<br />
<br />
Bu kadar bilgece konuşmaya çalışırken içine ses geçirememek de bu dünyanın ve sahibinin en güzel güç gösterisidir. Kendin. İçin. Korkuların ve değişmezlerin. İstemeyi, özlemeyi, affetmeyi ezip geçemediğin o aciz zamanlarında en iç kısımlarına kadar hissettiğin çocukluk hissi. Asla utanmıyorum. Bir gün aştığım zaman her şeyin acısını sonuna kadar çıkartabildiğim için asla utanmıyorum. Çünkü altın kuralı biliyorum. Bir şeyi çok istemenin bilinen en iyi yolu karşındakinin senin kadar istememesidir. Ve kimse yazmaya cesaret edemese de, senin çok istediğin bir gün senin kadar istediğinde -varsa öyle bir olasılık eğer- büyük ihtimalle sen o kadar da istemiyor olacaksın. O kadar da önemli olmamış olacak. Önemli olma olasılığı mı? Ütopyalar güzeldir. Hayat bu tarz dilemmalardan ibarettir ve bu yüzdendir ki yıllardır dengeli şeylerin değerinden bahsetmek hoşuma gidiyordu. Sabit bir şey bulursanız kaçırmayın, sabit tutmak için olan tüm gücünüzü verin diyordum. Dum. Sanırım artık olamadıklarını anladım.<br />
<br />
Malum gün diyordum.<br />
<br />
Malum gün diyordum çünkü insan öğrenmenin bir bok olmadığını bazen anlıyor. Bazen yine ve yeniden yakıyor gemileri. Bazen yine oluyor, en çok unutmak istediğini. Bazen yine anlıyor ki hayat hakikaten bir döngü. Lise sıralarından çıkıp gelen bir acizlik senin ömrünü oluşturabiliyor. Her dakikanda yine hissedebiliyorsun nasıl da aklını yitirebileceğini. Fakat bu sefer kendin olduğunu umarak. Ya da öyle inanarak.<br />
<br />
Ne yazık ki evin artık gül kokmadığını anlayarak.<br />
<br />
Yine de ütopyalar güzeldi.<br />
<br />
Ütopyalar belki hala güzeldir. Nereye baktığına göre değişir.<br />
<br />
<i>'Gelecek. Henüz yaşanmamış günlerin hikayesi.'</i><br />
<br />
--<br />
<br />
İllaki bir daha okuyacağım diyorsanız, bununla okuyun. <a href="http://www.youtube.com/watch?v=6MSD-Y87nIc&feature=youtu.be" rel="" target="_blank">http://www.youtube.com/watch?v=6MSD-Y87nIc&feature=youtu.be</a><br />
<br />
--<br />
<br />
Ben kısa bir süre sonra, uzun bir süreliğine yokum buralarda. Askerlik için. Selametle kalın. Ya da esen kalın.<br />
<br />Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-3058837862448763956.post-15009079075105728262014-04-19T22:58:00.000+03:002014-04-19T22:58:21.829+03:00Öykü<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-MY8n97u2Bz8/U1LTrr-43gI/AAAAAAAABa0/2wGEpVZepPI/s1600/The_Birds_by_Gwarf.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/-MY8n97u2Bz8/U1LTrr-43gI/AAAAAAAABa0/2wGEpVZepPI/s1600/The_Birds_by_Gwarf.jpg" height="320" width="317" /></a></div>
<i><br /></i>
<i>''İnsan psikolojisi ve düşüncelerini anlamlandırmaya çalışmaya gerek yok. Onların bir anlamı da yok zaten. Sen ne isen, için ne ise, bir şekilde tüm davranışlarının, tüm kararlarının ve bildiğin tüm gerçeklerin önüne geçebiliyor. Bu öyle lanet bir şey ki, kendin olmak. Bir gece ansızın yatarken yahut evvelki zamanın hala daha hoş eden bir anısıyla, tuvalette çamaşır sepetine gözün takılmış giderken, patronun ayıplamasın diye ceketinin cebine koyduğun derginin en sevdiğin sayfasını okurken, esaslı bir kahkahanın patlaması geçmiş de en keyifli yeri olan dibini henüz bitirmemişken içinde olan, sen olan, kendin birden çıkıp gelebilir. Sana sormaz. Sormasına da gerek olmaz. Hiç kimse de hiç kimseyi anlamaz. Hiç kimse, birisi bir şey söyledi diye kafasındaki doğruyu bırakmaz. Suçlu suçuna inanmaz. Hayatta bir tane doğru, hayatta bir tane gerçek, hayatta bir tane suç yoktur. Herkes doğru bildiğini yapar. Fikrinden geri dönenler yanlış olduğunu düşündüğü için değil, fikrinden geri döndüreni kendinin yanlış yaptığına kendini inandıracak kadar sevdiği için fikrinden geri dönerler sadece. İşte esaslı bir dönüş yalnız böyle gerçekleşir.''</i> dedi.<br />
<br />
Yine paytak paytak yürüyorum yolda. Bir yazıda bahsetmiştim, bileğimde saat ya da herhangi bir şey olmazsa dengemi bulamayacakmışım gibi gelir hep. Yürürken, hafiften sallanıyormuşum gibi yürürüm. Dışarıdan muhakkak ki kötü gözüküyordur. Onun tedirginliği vardır her zaman yürürken. Bir de ortaokul son sınıftayken sırtıma vurup ''Doğru düzgün yürü evladım, boylu poslu çocuksun. Biraz ağırlığını görsünler.'' diyen belediye işçisinin omurga gelişimimdeki etkisinin de bunda payı vardır diye düşünüyorum. Bir şeyler yine bir şeyler doğurmuş kafamda. İpler yine serbest. Oradan oraya atlamak konusundaki hünerlerimi bir kez daha yalnızca kendime gösteriyorum. En sevdiğim banka oturmaya gelmişim, yağmur yağıyor. Tam o aralar hiç kimse benim istediğim şeyleri yapmamı istemiyor diye düşünüyorum. Sabah okuduğum şey geliyor aklıma. Kaygılar ve korkulardan bahsediyordu. Birisinin sizin kendinizde sorun olarak gördüğünüz bir şeyi yaşadığını bilmek sizi nasıl rahatlatırsa öyle rahatlıyorum düşündükçe.<br />
<br />
Tüm bunlar olurken, bir yandan da Edip Cansever'e kızıyorum. Edip Cansever denizi sevmezmiş. Nasıl sevmez denizi? Ne demek denizi sevmezmiş ya? Mavi sevilmez mi Edip Abi diye yakasına yapışmak istiyorum. Ben yine de Edip Cansever'in denizi sevdiğine inanıyorum. Hayatımda son kez de olsa, birisinin yaptığı şeyi kendi iyiliğim için doğru olmasını düşündüğümle değiştiriyorum. Yine mi bencillik yapıyorum? Pek ilgilenmiyorum.<br />
<br />
Anlaşılamama korkusunun sebebini merak ediyorum. Bunca kaygının, bunca korkunun kaynağına inmeye çalışıyorum. İnsanların genelinin hayatının kaygılar etrafında döndüğünü bilmenin haklı tedirginliğini yaşıyorum. Yanımdan bir sürü köpek geçiyor. Kuduz aşımın tarihinin beş yıl daha sürdüğünü bilmek mi beni rahat tutan yoksa gerçekten böyle rahat olduğum için mi bir şey yapmıyorlar merak etmiyorum. Bazen bazı şeyleri hiç merak etmiyorum. Mesela geleceği hiç merak etmiyorum. Geleceğini merak etmek hayata saygısızlıktır çünkü. Herhangi bir butik otelin önünden geçerken, kendi içimde kalmış o otele benzetiyorum onu. Kendi içimde kalmış bir sürü plana benzetiyorum. Hepsi kendi içimde kalmış. Bu kadar çok konuşup, bu kadar daha fazla konuşabilirmişim gibi hissetmeme hayret ediyorum. Sanki bir şey daha anlatsam kafamdaki her şeyi anlatabilecekmişim gibi hissediyorum. Yalnızca ufak bir şey ama onu ben de bilmiyorum. Acaba hep onu mu arıyorum?<br />
<br />
Toplum içinde yabancı hissetmek gibi saçma bir ergen korkusu değil benimkisi. Yahut kendini toplumdan başka görme hissi hiç değil. Aksine kendimi çok fazla toplum gibi hissetmeye başladığıma korkuyorum. Herkesin kendi ekseni çapında bir derinliği vardır, biliyorum. Bunun en sadesini kullanmaya zorlarlar seni. Bunun en işe yarayanını kullandıkça ayak uydurursun tüm bu olan biten nedensiz şeylere. Nedensiz şeyler diyenlere kızıyorum yine de. Nedensiz şey diye bir şey yok. Ben inatla adını tedirgin sakinlik koyduğum ruh halini korumaya çalışıyorum. Ellerin kanayana kadar duvarları yumruklamak istediğin, kimsenin olup olmadığını düşünmeden evin balkonuna doğru tüm gücünle bağırmak istediğin anlarda sadece susup en sevdiğin boşluğa bakarsın ya, o demek işte tedirgin sakinlik. Ya da derin bir nefes çekersin. Kaderini sen çiziyorsun ya, oraya bağlayalım bunu da. Gecikmişiz her şeye. <i>'Bir yerde bu dünyanın çarkı bir tane fazla atacak ve biz her şeyin tam zamanında olacağız'</i>ın hayalini kurmaktan ötürü gecikmişiz belki de.<br />
<br />
<i>''Gecikmemişiz diyemediğin için gecikmişiz belki de.''</i> diyorum. Cemal Süreya'dan da çok etkileniyorum.<br />
<br />
<i>''İçimizde bir yerlerde hep adını en güzel koyduğumuz şeyleri, beklediğimizi fark edemeden beklemeye devam edecek kadar gerizekalı olabildiğimiz için gecikiyoruz hala''</i> diye de ekliyorum. Bu benim kendi sözüm.<br />
<br />
Zamana bırakıyorum her şeyi. Bırakmışım. Şu güne kadar hiçbir şeyi hak ettiği gibi çözemeyen zamanın eline kaldık yine diye üzülmeden bırakıyorum. Sonra her zaman beklenmedik şeyler yapıyorum. Beklenmedik şeyleri yapan taraf olmak yine her zaman zordur. Sabit kalarak hayatına devam edebilen insanlar saygı görmeli. Yüceltilmeliler. ''Bunu yapmayacağım'' dediğinde onu yapamayabilen insanlar, içini tutup kendine sokabilen insanlar ödüllendirilmeliler. Bir şeye dayanabilmek mi güçlü olmak yoksa dayanamayacağını bile bile denemek mi bilmiyorum. Zaten kimin umrunda güç falan? Asla yolumu tanımlar üzerinden çizmiyorum. Aslında hiçbirisi de umrumda değil. Sadece tanım yapmayı seviyorum. Yapamadıklarımı yazıyorum, yazamadıklarımı yaşıyorum.<br />
<br />
<i>''Geçen gün bir Ukraynalı'nın suratına yarım metre kadar yakından baktım. Nasıl da sakin gözüktüğünü gördüm. Acaba neler yaşadı bu, bu kadar basit olamaz bir insanın surat ifadesi diye düşündüm. Sen bunun ağırlığını taşıdın mı hiç?''</i> diyerek kesiyorum etrafımdaki sessizliği.<br />
<br />
Çünkü her şey bu kadar basit değil. Maviler bu kadar basit değil. Kafanı kaldırmak, orada tutmaya çalışmak bu kadar basit değil. Hayat çok basit olabilir. Onun kendi bileceği iş. Onun kendi bileceği iş ama saygı da duymuyorum. Her şeye saygı duyarak ne kadar büyük bir basitliğe düştüğünüzü görmenizi istiyorum. Yaşamak, direnmek, sevmek, unutmak, alışmak, kaybetmek basit olabilir. Kazanmak da basit olabilir. Peki insanlara ne oluyor? Size bu kadar basit olmayı kim emrediyor? Ben yine de her şeye kafa tutmaya kendi umursamazlığım içinde devam edeceğim efendim. Sonuçta her insan en fazla bir öyküdür. Bunu bir gün anlatacakmış gibi yaşamak gerek. Bunu bir gün anlatabilecek gibi yaşamak gerek.<br />
<br />
Anlatabilmiş gibi olduklarını da boş vermek gerek.<br />
<br />
<i>''Kendi öyküsünün dışında, başka ne için yaşıyor ki insan?''</i> diye düşünürken bir nefes çekiyorum, sonunu bir türlü huzurla bırakamıyorum. Sanırım ben tam olarak bunu arıyorum.Erenhttp://www.blogger.com/profile/09306672993676778765noreply@blogger.com4