5 Ağustos 2014 Salı

Ütopyalar Güzeldi














İkibinli yılların unutulmuş bir döneminde sıradan bir başın omzuma düşmesi için Allah'a gereğinden fazla yalvarmıştım. Ütopyalar güzeldi. Benliğinin her bir hücresini aşıp, tüm karakterini hiçe saymak güzeldi. Kendini tanıyamamak güzeldi. O günden beri çok fazla üzülemiyordum.

'Geçmiş, bir daha geri gelmeyecek zamanların hikayesi.'

Malum güne kadar.

Kayalıkların en düz kısmında otururken, ''Sorulacak çok fazla sorunun olması onları sorabileceğin anlamına gelmez'' demiştim bir arkadaşa. İnsanların hayata karşı beklentilerinin gereksiz olduğunu düşündüğüm dönemlerdi. Şu an için ise, her şeyi bir köşeye atarak, hayattan bir şeyler beklemenin yaşayabilmek adına tek kullanılır anahtar olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizim paralelimizi yaşayan insanlar bilirler ki yaşın on sekizlere vurduğu andan itibaren soru sormaya başlarsın. Soru sormaya başladıkça da bir şeyler beklemeye. Bir şeyler beklemek tek taraflı bir eylem halinde geldiğinde ise karşı taraf için çekilmez olmaya başlarsın. Bu da ikili ilişkilerin en basit kuralıdır. Hevesi kaçmış yalnızlık. Bayağı kötü.

Ben her noktasından kaçmak istedikçe, hayatım bir şekilde ''neden?''e gelmeyi başarır. Bu, bahsettiğim dönemden beri hiç şaşmadı. Her insanın hayatı bir gün ''neden?''e gelecektir. Gelmeli.  Hayatım ''neden?'' sınırında geçerken, benim de bazı nedenlere neden olmuş olabileceğimi de biliyorum. Bu çıkmazı bazen iliklerime kadar hissediyorum. İşte ikili ilişkilerin en basit kargaşı da burada başlıyor. 'Eden bulur' döngüsünün yahut karmasının yahut kaderinin sonsuz bir çıkmaz olduğuna inanmaya başlıyor insan. Birisi bir yerde bir yasaklıya dokunmuş ve diğer herkes o yasağa dokunmanın tadını merak ediyor gibi. Bir kere dokunduğun zaman da asla hiçbir şey aynı olmuyormuş gibi hissediyorum. Çünkü evimden dışarıya çıktığım ve pencereyi açtığım ilk günden beri hiçbir şeyin aynı ve keyifli olmadığı konusunda, yıllar önce yalvardığım Allah'a -hala daha aynı eylemde ısrarcıyımdır- yemin edebilirim. Bir noktadan bırakıp, her şeyi sıfıra çekmek istediğim her anda yeni bir sınavın olduğuna da. İşte o günler kendimi her daim bir deney tüpünde gibi hissediyorum. ''Bir de bu dalgayı gönderelim bakalım kahramanımız ne gibi bir hamle yapacak?'' tadındaki hadiselerin sonucunda bölüm sonu canavarını bekliyormuşum gibi hissediyorum. Bölüm sonu canavarının hala daha gelmemiş olması inancı ise tamamiyle benim gerizekalı umudumu ilgilendiren bir şey.

Bazen bu umut bile sarsılıyor. Bitiyor diyemiyorum çünkü kendime hakaret etmeyi sevmem. Benim umudumu çalıyorlar. Benim umudumu geçmişle çalıyorlar. Benim umudumu korkularla, kaygılarla çalıyorlar. Benim umudumu gelecek ile bile çalıyorlar. Benim umudumu varsayımlar ile çalıyorlar. Ve benim umudumu çalmak dünya üzerinde işlenebilecek en büyük hatalardan birine denk geliyor. Çünkü ben bir bok yiyorum ve sonunda ''Benim umudumu çaldınız ve ben bu tarz durumlarda saldırgan olmamla tanınırım'' diyebilme hakkını kendimde görüyorum. Velev ki değişiyorum. Ne fark eder? ''Eylem hiçbir zaman için eylemi tetikleyen etkenleri yutmaz.'' diyorum kendi kendime. Çünkü yutmaz. Siz her ne kadar sonuca odaklansanız da isteyen taraf, isteğine vurulan her bir darbeyi içinin en güzel yerlerinde saklar. Çünkü hakkı vardır. İsteyen taraf olmak, bekleyen taraf olmaktır çünkü. Bekleyen tarafın sancınısını da ancak bekleyenler bilir. Bilirsiniz.

Beklemek ve istemek ile sınanmış bir beynin yapamayacağı çocukluk da yoktur. Hep diyorum ya; çocuk gibi içinden geleni yapmak güçsüzlük göstergesi değildir. İçinde olanı tutmak da güçlülük olamaz. Hayat gücü çok daha garip durumlarda sınıyor evvela. Orasına karışmak istemem. Bu yüzden de yaptığım şeylerden pek pişmanlık duymam. İnsanların gözündeki imajımı sorgulamamayı, ne yaparsam yapayım kafalarındaki kargaşaları aşmayı başaramadığımda öğrenmiştim. ''Benim fikrim'' olgusu, ''benim kararım'' kararlılığı ve ''ben bunu seziyorum, bu böyle'' sabitliğini çözebilecek kelimeler henüz icat edilmedi. Ben ise ufacık bir bakışa herhangi bir bağımı çözebilmekle ünlü bir gerizekalıyım. Bu yüzden de insanların suratlarına bakmaya korkarım. Onlar bakmaya da korkmuyorlar. Baktıktan sonra unutmaya da. Çünkü dikkatli bakan birisi unutmaz. Ben öyle inanırım. Söz unutulabilir belki ama baktığı yer unutulmaz. En basitinden, ayıptır yani.

Bu kadar bilgece konuşmaya çalışırken içine ses geçirememek de bu dünyanın ve sahibinin en güzel güç gösterisidir. Kendin. İçin. Korkuların ve değişmezlerin. İstemeyi, özlemeyi, affetmeyi ezip geçemediğin o aciz zamanlarında en iç kısımlarına kadar hissettiğin çocukluk hissi. Asla utanmıyorum. Bir gün aştığım zaman her şeyin acısını sonuna kadar çıkartabildiğim için asla utanmıyorum. Çünkü altın kuralı biliyorum. Bir şeyi çok istemenin bilinen en iyi yolu karşındakinin senin kadar istememesidir. Ve kimse yazmaya cesaret edemese de, senin çok istediğin bir gün senin kadar istediğinde -varsa öyle bir olasılık eğer- büyük ihtimalle sen o kadar da istemiyor olacaksın. O kadar da önemli olmamış olacak. Önemli olma olasılığı mı? Ütopyalar güzeldir. Hayat bu tarz dilemmalardan ibarettir ve bu yüzdendir ki yıllardır dengeli şeylerin değerinden bahsetmek hoşuma gidiyordu. Sabit bir şey bulursanız kaçırmayın, sabit tutmak için olan tüm gücünüzü verin diyordum. Dum. Sanırım artık olamadıklarını anladım.

Malum gün diyordum.

Malum gün diyordum çünkü insan öğrenmenin bir bok olmadığını bazen anlıyor. Bazen yine ve yeniden yakıyor gemileri. Bazen yine oluyor, en çok unutmak istediğini. Bazen yine anlıyor ki hayat hakikaten bir döngü. Lise sıralarından çıkıp gelen bir acizlik senin ömrünü oluşturabiliyor. Her dakikanda yine hissedebiliyorsun nasıl da aklını yitirebileceğini. Fakat bu sefer kendin olduğunu umarak. Ya da öyle inanarak.

Ne yazık ki evin artık gül kokmadığını anlayarak.

Yine de ütopyalar güzeldi.

Ütopyalar belki hala güzeldir. Nereye baktığına göre değişir.

'Gelecek. Henüz yaşanmamış günlerin hikayesi.'

--

İllaki bir daha okuyacağım diyorsanız, bununla okuyun. http://www.youtube.com/watch?v=6MSD-Y87nIc&feature=youtu.be

--

Ben kısa bir süre sonra, uzun bir süreliğine yokum buralarda. Askerlik için. Selametle kalın. Ya da esen kalın.

19 Nisan 2014 Cumartesi

Öykü


''İnsan psikolojisi ve düşüncelerini anlamlandırmaya çalışmaya gerek yok. Onların bir anlamı da yok zaten. Sen ne isen, için ne ise, bir şekilde tüm davranışlarının, tüm kararlarının ve bildiğin tüm gerçeklerin önüne geçebiliyor. Bu öyle lanet bir şey ki, kendin olmak. Bir gece ansızın yatarken yahut evvelki zamanın hala daha hoş eden bir anısıyla, tuvalette çamaşır sepetine gözün takılmış giderken, patronun ayıplamasın diye ceketinin cebine koyduğun derginin en sevdiğin sayfasını okurken, esaslı bir kahkahanın patlaması geçmiş de en keyifli yeri olan dibini henüz bitirmemişken içinde olan, sen olan, kendin birden çıkıp gelebilir. Sana sormaz. Sormasına da gerek olmaz. Hiç kimse de hiç kimseyi anlamaz. Hiç kimse, birisi bir şey söyledi diye kafasındaki doğruyu bırakmaz. Suçlu suçuna inanmaz. Hayatta bir tane doğru, hayatta bir tane gerçek, hayatta bir tane suç yoktur. Herkes doğru bildiğini yapar. Fikrinden geri dönenler yanlış olduğunu düşündüğü için değil, fikrinden geri döndüreni kendinin yanlış yaptığına kendini inandıracak kadar sevdiği için fikrinden geri dönerler sadece. İşte esaslı bir dönüş yalnız böyle gerçekleşir.'' dedi.

Yine paytak paytak yürüyorum yolda. Bir yazıda bahsetmiştim, bileğimde saat ya da herhangi bir şey olmazsa dengemi bulamayacakmışım gibi gelir hep. Yürürken, hafiften sallanıyormuşum gibi yürürüm. Dışarıdan muhakkak ki kötü gözüküyordur. Onun tedirginliği vardır her zaman yürürken. Bir de ortaokul son sınıftayken sırtıma vurup ''Doğru düzgün yürü evladım, boylu poslu çocuksun. Biraz ağırlığını görsünler.'' diyen belediye işçisinin omurga gelişimimdeki etkisinin de bunda payı vardır diye düşünüyorum. Bir şeyler yine bir şeyler doğurmuş kafamda. İpler yine serbest. Oradan oraya atlamak konusundaki hünerlerimi bir kez daha yalnızca kendime gösteriyorum. En sevdiğim banka oturmaya gelmişim, yağmur yağıyor. Tam o aralar hiç kimse benim istediğim şeyleri yapmamı istemiyor diye düşünüyorum. Sabah okuduğum şey geliyor aklıma. Kaygılar ve korkulardan bahsediyordu. Birisinin sizin kendinizde sorun olarak gördüğünüz bir şeyi yaşadığını bilmek sizi nasıl rahatlatırsa öyle rahatlıyorum düşündükçe.

Tüm bunlar olurken, bir yandan da Edip Cansever'e kızıyorum. Edip Cansever denizi sevmezmiş. Nasıl sevmez denizi? Ne demek denizi sevmezmiş ya? Mavi sevilmez mi Edip Abi diye yakasına yapışmak istiyorum. Ben yine de Edip Cansever'in denizi sevdiğine inanıyorum. Hayatımda son kez de olsa, birisinin yaptığı şeyi kendi iyiliğim için doğru olmasını düşündüğümle değiştiriyorum. Yine mi bencillik yapıyorum? Pek ilgilenmiyorum.

Anlaşılamama korkusunun sebebini merak ediyorum. Bunca kaygının, bunca korkunun kaynağına inmeye çalışıyorum. İnsanların genelinin hayatının kaygılar etrafında döndüğünü bilmenin haklı tedirginliğini yaşıyorum. Yanımdan bir sürü köpek geçiyor. Kuduz aşımın tarihinin beş yıl daha sürdüğünü bilmek mi beni rahat tutan yoksa gerçekten böyle rahat olduğum için mi bir şey yapmıyorlar merak etmiyorum. Bazen bazı şeyleri hiç merak etmiyorum. Mesela geleceği hiç merak etmiyorum. Geleceğini merak etmek hayata saygısızlıktır çünkü. Herhangi bir butik otelin önünden geçerken, kendi içimde kalmış o otele benzetiyorum onu. Kendi içimde kalmış bir sürü plana benzetiyorum. Hepsi kendi içimde kalmış. Bu kadar çok konuşup, bu kadar daha fazla konuşabilirmişim gibi hissetmeme hayret ediyorum. Sanki bir şey daha anlatsam kafamdaki her şeyi anlatabilecekmişim gibi hissediyorum. Yalnızca ufak bir şey ama onu ben de bilmiyorum. Acaba hep onu mu arıyorum?

Toplum içinde yabancı hissetmek gibi saçma bir ergen korkusu değil benimkisi. Yahut kendini toplumdan başka görme hissi hiç değil. Aksine kendimi çok fazla toplum gibi hissetmeye başladığıma korkuyorum. Herkesin kendi ekseni çapında bir derinliği vardır, biliyorum. Bunun en sadesini kullanmaya zorlarlar seni. Bunun en işe yarayanını kullandıkça ayak uydurursun tüm bu olan biten nedensiz şeylere. Nedensiz şeyler diyenlere kızıyorum yine de. Nedensiz şey diye bir şey yok. Ben inatla adını tedirgin sakinlik koyduğum ruh halini korumaya çalışıyorum. Ellerin kanayana kadar duvarları yumruklamak istediğin, kimsenin olup olmadığını düşünmeden evin balkonuna doğru tüm gücünle bağırmak istediğin anlarda sadece susup en sevdiğin boşluğa bakarsın ya, o demek işte tedirgin sakinlik. Ya da derin bir nefes çekersin. Kaderini sen çiziyorsun ya, oraya bağlayalım bunu da. Gecikmişiz her şeye. 'Bir yerde bu dünyanın çarkı bir tane fazla atacak ve biz her şeyin tam zamanında olacağız'ın hayalini kurmaktan ötürü gecikmişiz belki de.

''Gecikmemişiz diyemediğin için gecikmişiz belki de.'' diyorum. Cemal Süreya'dan da çok etkileniyorum.

''İçimizde bir yerlerde hep adını en güzel koyduğumuz şeyleri, beklediğimizi fark edemeden beklemeye devam edecek kadar gerizekalı olabildiğimiz için gecikiyoruz hala'' diye de ekliyorum. Bu benim kendi sözüm.

Zamana bırakıyorum her şeyi. Bırakmışım. Şu güne kadar hiçbir şeyi hak ettiği gibi çözemeyen zamanın eline kaldık yine diye üzülmeden bırakıyorum. Sonra her zaman beklenmedik şeyler yapıyorum. Beklenmedik şeyleri yapan taraf olmak yine her zaman zordur. Sabit kalarak hayatına devam edebilen insanlar saygı görmeli. Yüceltilmeliler. ''Bunu yapmayacağım'' dediğinde onu yapamayabilen insanlar, içini tutup kendine sokabilen insanlar ödüllendirilmeliler. Bir şeye dayanabilmek mi güçlü olmak yoksa dayanamayacağını bile bile denemek mi bilmiyorum. Zaten kimin umrunda güç falan? Asla yolumu tanımlar üzerinden çizmiyorum. Aslında hiçbirisi de umrumda değil. Sadece tanım yapmayı seviyorum. Yapamadıklarımı yazıyorum, yazamadıklarımı yaşıyorum.

''Geçen gün bir Ukraynalı'nın suratına yarım metre kadar yakından baktım. Nasıl da sakin gözüktüğünü gördüm. Acaba neler yaşadı bu, bu kadar basit olamaz bir insanın surat ifadesi diye düşündüm. Sen bunun ağırlığını taşıdın mı hiç?'' diyerek kesiyorum etrafımdaki sessizliği.

Çünkü her şey bu kadar basit değil. Maviler bu kadar basit değil. Kafanı kaldırmak, orada tutmaya çalışmak bu kadar basit değil. Hayat çok basit olabilir. Onun kendi bileceği iş. Onun kendi bileceği iş ama saygı da duymuyorum. Her şeye saygı duyarak ne kadar büyük bir basitliğe düştüğünüzü görmenizi istiyorum. Yaşamak, direnmek, sevmek, unutmak, alışmak, kaybetmek basit olabilir. Kazanmak da basit olabilir. Peki insanlara ne oluyor? Size bu kadar basit olmayı kim emrediyor? Ben yine de her şeye kafa tutmaya kendi umursamazlığım içinde devam edeceğim efendim. Sonuçta her insan en fazla bir öyküdür. Bunu bir gün anlatacakmış gibi yaşamak gerek. Bunu bir gün anlatabilecek gibi yaşamak gerek.

Anlatabilmiş gibi olduklarını da boş vermek gerek.

''Kendi öyküsünün dışında, başka ne için yaşıyor ki insan?'' diye düşünürken bir nefes çekiyorum, sonunu bir türlü huzurla bırakamıyorum. Sanırım ben tam olarak bunu arıyorum.

20 Mart 2014 Perşembe

Kör Sevgilim


''Tren yolları boyu düşündüm'' cümlesini ilk duyduğumda tren yolunun tam yanından geçiyordum. Tavukçu'nun karşısından. O zaman Tavukçu daha açılmamıştı. Yerinde de tavuk dönerci vardı. Bazen, çok fazla umursamadan hareket edebiliyorum. Tavuk döner almak için duran arkadaşımı görünce, ''Martı eti oğlum bunlar, başka yer mi bulamadın?'' dediğimde de solda oturan adamı umursamamıştım. Dükkan sahibi bakışını yakalar yakalamaz topuklamamla birlikte ''Ne demeye çalıştın lan sen?'' sesi ve sonrasında oluşan o pis utanç duygusu. Böyle ayrıntıları hatırlamak benim hayatımın cezası sanırım. Hemen ilerisindeki çiğ köfteci dükkanının yanında, kıza O'ndan hiç sıkılamadığımı söylemiştim çünkü. Çakıl taşları dökülmüş yoldan geçerken direğe çarpmaya çok az kalmıştı. Yanımdaki patates arabasında görece ucuz patates satılıyordu. Yağmur yağıyordu ve ben otobüsleri bombalamak istiyordum. Yeşil pardösülü kadın bütün halalarıma tek tek benziyordu. Midem bulanıyordu.

Müzik dinlerken hissettiğim duygu, kapşonlu bir şeyi giyerken hissettiğimle aynı. Her şeyi başaracakmışım gibi. İnsanlar hep benimle aynı paydada buluşuyormuş gibi. Bir adım daha atsam her şey güzel olacakmış gibi. Bir adım, her zaman için fazla mıdır? Bir adım daha atmak olağan bir şeyi zorlamak mıdır? Hayatın akışına müdahale etmek midir bir adım atmak? Olacağı  varsa, sen evinde otururken bile camdan gelip girebiliyor çünkü. Yine de bir adım daha atıyorum. Bir adım daha atıp yürüyorum iç kesimlere doğru. Hayatım boyunca yürüyorum. Nereye yürüdüğümü bilmeden yürüyorum. Bir an nefesleniyorum, her şey çok güzel oluyor. Her şey bazı anlarda çok güzel oluyor. Ben hep sabit kalmak istiyorum. Her şey neden bu kadar fazla değişiyor? Ben değişmemekten yanayım. Bütün toplum bir olup, değişmemek için yemin edelim istiyorum. İmzalar atılsın, yer yerinden oynasın istiyorum. Neden sürekli hareket etmek zorundayız? Neden sürekli yeni bir hayat için heveslenmek zorundayız? Neden etki, karşılığında yeterli bir tepki oluşturmuyor? Bütün fizik kanunlarına sövüyorum.

Sahile iniyorum sahile. Kaçıyorum yani. Benim gitmekten anladığım tek şey var. Sahile inmek. Yoksa kim nereye gidebiliyor ki günümüzde? Kendimi kandırmayı hiç beceremiyorum. Aklıma ufak oyunlar oynayıp, kendime gerekeni yapamıyorum. O yüzden de sadece karar alıyorum. Karar alıyorum ve o kadar güzel uygulayamıyorum ki, dışarıdan tam olarak vapurdaki ters kapıyı bekleyen çocuk olarak gözüküyorum. Tatlı çocuk diyerek yanağımı sıkacaklarmış gibi geliyor bana. İnsanlar ta içlerine nasıl dizgin vuruyorlar? Benim beynimde bir yankı başladığında, tüm bedenimi ele geçirmesi birkaç saati almıyor. Dışarıya karşı katı olduğum oranda, kendime karşı savunmasızım. Oysa burnum bile yamuktur çok yakından bakınca. Basketbol oynadığım dönemlerden kalma bu izden bile gurur duyan bir adamım ben. Her şeyi bu kadar özel kılacak ne vardı?

Banklarda oturup hiçbir şey okumuyorum. Banka oturup bir şeyler okusaydım, kendi kör sevgilimi bulabilir miydim acaba diye de düşünüyorum. Sahi, insanın kaç deneme hakkı var hayatta? Bankta otururken bile bekliyorum. Kör sevgilimi bekliyorum. Kör olduğu için herkes tarafından dışlanmış, hayatta tutunacak her dalı elinden şiddetle alınmış, oradan oraya dönüp dolaşmış, en son bana kalmış kör sevgilimi arıyorum. İnsanların hepsinden nefret etsin istiyorum. O'nun gözlüğü olmak istiyorum vesselam. Ben gidersem göremesin istiyorum. ''Bana mı kaldın gııı?'' diyeceğim kör sevgilimi arıyorum. En son seçenek olduğum için değil de, en son seçenek olmayı bekleyecek kadar gerizekalı olduğum için kör sevgilimi seviyorum. ''Hep denedim, hep yenildim bebek. Daha iyi yenilmeye var mısın?'' dediğim kör sevgilimi kaybediyorum.

''Seni keşke gözlerim varken sevebilseydim'' diyor bana. Bense onu karşıma alıp bayağı güzel beylik laflar ediyorum.

''Gel sana biraz zamandan bahsedeyim.'' diyorum. ''Bir şeylerin zamanı bizim elimizde değildir. Ben böyle inanıyorum. İçinin zamanı vardır mesela. İçin geçmiştir ya da gelecektir. Bunu sen isteyemezsin. Bunu sen ayarlayamazsın. Olacak olan şey, sadece, olur. Ve sen de çırpınmaya devam edersin çünkü aciz olduğunu sana sürekli olarak gösterirler. Sen de bunu bilerek, haddini bilirsin.'' diye ekliyorum. Ne acı, ben haddimi hiç bilmiyorum.

Ne zaman ki denize sırtımı veriyorum, üşüyorum. Yol gözümde hiç büyümüyor, kör sevgilimi her tren yolu kenarından tekrar buluyorum. Kör sevgilim bana bakıyor. Bana da böyle umutlusu yaraşırdı diyorum kendi kendime. Kör sevgilimin sırtından kendimi övüyorum. Kör sevgilim yanaklarımı sıkıyor. Tıpkı patates kızartması yedikten sonra, salondaki bütün koltukların başlarına basa basa atladığım o günlere dönüyorum. Yeşil pardösülü halamların burunlarına parmaklarımı sokup uyandırdığım günlere geri dönüyorum tekrar. Kedileri sevmeye başladığım için kendimden utanmıyorum.

''Sakallarını kesmişsin?'' diyor.

''Bu aralar çok sıkıntılıyım. Yazı yazabilmek için penceremden gözüken ve henüz çiçek açmış ağacın yeşermesini bekledim güzelim. Aradığım huzuru yeni evimizde buldum anlayacağın. Sana anlatacak o kadar çok hikayem var ki bilemezsin. Fakat ilk kez tanıştığın bir insana anlatacak çok hikayen olması gibi saf bir durum değil bu. Seni uyarmak isterim'' demek istiyorum ama diyemiyorum.

''Vazgeçtin demek?'' diye ekliyor.

''BEN YOK OLMAK İSTEMİYORUM ALLAH'IN KÖRÜ. BENİ SEVİYOR MUSUN? BENİ GÖRÜYOR MUSUN?'' diye bağırmak geliyor içimden. Sonra, insanlara böyle bir soru sormanın ne kadar büyük bir utanç kaynağı olacağı aklıma geliyor. Tavuk dönerci abinin verdiği utancı tekrardan yaşamamak için kaçıyorum.

''Ben vazgeçemem, bilirsin. Eylemlerimin söylediklerimi yakalayamadağı çok zamanlar olmuştur. CV için fotoğrafa ihtiyaç oldu, ondan mütevellit kestim. İnsanlar bu aralar ciddiyetten yanalar.'' diyorum koşarken.

Beni sadece sakallıyken sevebildiğini düşünüyorum. Sadece bir sakaldan nasıl da hayat özetimi çıkarttı ama diyerek gurur duyuyorum kör sevgilimle.

''Bu iş böyle olmaz'' diye bağırıyor arkamdan.

''Bu işin kuralı istediğinin olmaması ise eğer, ben de en azından devranın dediğini yapmayacağım. Sakallarımı tekrar uzattığımda kesişeceğiz.'' diye söz veriyorum içimden. Kör olmasından mütevellit duyu organları ziyadesiyle gelişmiş kör sevgilim beni duyuyor. İçten içe de gurur duyuyor. Bu kez ben biliyorum.

Utanmadan hala söz veriyorum.

--

tekrar okuyacaksanız: https://www.youtube.com/watch?v=PAu9-w68RJs

6 Mart 2014 Perşembe

İstemek


Hayatımı her zaman için ikiye ayırıyorum. Bunu da sürekli söylüyorum. Lisenin ikinci yılı ve sonrası. İnsani duyguları ilk kez hissetmeye başladığımdan ötürüydü her şey. Ailenin ve çocukluk arkadaşlarımın dışında insanların da aynı topraklarda yaşadığını gördüğüm yıllar. Standart bir adamın yaşadığı duyguların ötesine geçememiş büyük bir vasatken olan dönüşümlerin yılları. En çok insanı bir arada doğum günümde, en büyük mutluluğu yüz aldığım sınavda, en büyük korkuyu üniversite sınavını düşündüğümde, en büyük acıyı fiziksel olarak yaşadığımda görebildiğim yılların sonuncusu yani. Şimdilerde insanlığın temelini oluşturduğunu düşündüğüm duyguları ilk kez tattığım yıllar. Merak, hırs ve elde edebilmek dürtüsü. Hayatın üç temel taşı. Tartışmasız.

Aslına bakarsan, bir gün gelip de bir şeyi çok istemeye başladığında alıyorsun ilk acı nefesi. Doğarken hissedemediğin nefes falan hikaye. Orada başlıyorsun işte yaşamaya ve hiçbir zaman eskisi kadar kısa çekmiyorsun içine çektiğini. Her şeyin başı bir bok varmış gibi istemekten çıkıyor yani.

Hiçbir sebebi olmayan bu duygu, dünyayı oluşturan üç temel şeye dayanıyor işte. Zincirin ilk halkasını merak ederek takıyorsun. Nasıl oluştuğunu merak ediyorsun ilk önce, neden sana söylenilenlere inanmak gerektiğini merak ediyorsun, neden merak ettiğini merak ediyorsun ve beyin ilk çevrimini gerçekleştiriyor. İnsanoğlunun ilk alışkanlığı da merak etmekle başlıyor aslında. Sinsi bir bulaşıcı hastalık gibi sarıyor bünyeni. Beynin almayacağı şeyleri düşünerek merak ediyorsun. Kafanda olasılıkları hesaplayarak merak ediyorsun. Hayalinde bir çerçeveye sığdırarak merak ediyorsun.

Sonra elde etmek istiyorsun sebepsizce. Bu olgu bende nasıl durur diyorsun mesela. Benim içime uyar mı diyorsun, muhakkak uyduruyorsun. Ben bunu elde edebilecek kadar güçlü müyüm diyorsun, kudretini soruyorsun kendine. Yeterliliğini, o güne kadar kendini getirdiğin noktayı soruyorsun. Kendine de pek tüy konduramıyorsun. Başlıyorsun denemeye. Denedikçe hırslanıyorsun. Hırsın bazen kendini anlatamamaktan, bazen anlatamadığını düşünmekten ötürü oluyor. Hırslanıyorsun bir kere işte. Tuttuğun takıma, baban tuttuğu için değil de kendin için hırslanıyorsun. Sevdiğin kıza hırslanıyorsun, olduramadığından ötürü. Arkadaşına hırslanıyorsun, senden daya iyi bir yerde okuduğundan ötürü. Hırslanıyorsun işte.

Yirmili yaşlarını geçip de miktarı kabul edilebilir düzeyde şeyler yaşadıktan sonra sorguluyorsun her şeyi. Sevdiğin matematik öğretmenini, ulaşacağını hayal ettiği noktadan uzaklaşarak hayal kırıklığına uğrattıktan sonra sorguluyorsun. Takımının hak ettiğini düşündüğün, bir anda bıraktığı bir kupa parçasından ötürü sorguluyorsun. Misal bir kadın seviyorsun. Sorguluyorsun. Her şeyi sorguluyorsun ve tek bir noktaya çıkıyorsun ömrün boyunca. Hiçbir şeyi yaşamaktan korkmadığın, çirkini güzel yapan, zoru kolay yapan, isteği eylem yapan, hırsı huzur yapan, merakı gelecek yapan o tatmin anını yakalamaya çalışmak için yaşıyorsun. O an gelir de onu kaçırırım korkusuyla yaşıyorsun. Belki hiç gelmez tedirginliğiyle yaşıyorsun. Belki gelir de zamanı uymaz kuşkusuyla yaşıyorsun. Bir noktadan sonra öyle kolay geçiyor ki her şey, doyumsuzluğa ulaştığının korkusuyla yaşıyorsun. Ama yaşıyorsun elbet.

Ve bir gün geliyor, babanı, yaradanı, istediğini, kendini, toptan sorguluyorsun. Birisi günah, birisi ayıp, birisi yasak, birisi gereksiz oluyor.

Hayatın anlamı sadece anlık heveslenmeler işte. Geleceğe dair kurulan tatmin planları. Merak edecek bir olgu arayaşı belki. Hırslanmak onun için. Tuttuğun takımın yanına bir şey daha iliştirebilmek telaşı. Düşmenin, savrulmanın ve olduramamanın verdiği o büyüme hissi. Soyadınla ölümüne çelişmenin verdiği karmaşıklık. Tekrar iliklerine kadar istemek bir şeyi.

Çünkü istemek başladığın yere sürekli sürekli geri dönmenin, var olan tek çıkışıdır. Yer değiştirmenin tek yoludur. İstemek köpekliktir. Önüne çıkan her çukura düşüp, tekrar kalktıktan sonra, tekrar düşerken keyif almaktır istemek. İstemek o yaşına kadar ince ince örülmüş bütün etik kurallarına karşı çıkmaktır. İlk kez cesaret edebilmektir istemek. Kaybetmeyi göze almaktır istemek. Dünyadaki en büyük güçsüzlüktür istemek. İçinde, sadece o anlar için yetişmiş canavarı çıkartmaktır istemek. Köpekliktir işte istemek.

İnanırsın ya da inanmazsın, kudretli bir olgunun oluşturduğu temeller de basit bir elmaya dayanmıyor aslında. Her şeyin başlangıcı, kendinin olmayan, almaya hakkın olmadığı, almanın çok zor olduğu bir şeyi kendine yakıştırarak, kendine isteyerek başladı. Bana kadar da geldi. Vardır elbet bir kudreti.


12 Şubat 2014 Çarşamba

küçük harf


bir şeyler okuduğum zaman, inanılmaz bir şekilde bir şeyler yazasım gelir. şükür etmek gerek sanırım, bu şeyi becerebildiğimi düşündüğüm için. düşündüğüm için diyorum çünkü okuduğum şey 'gerçek' üzerineydi. bir sürü şey yazmışlar, gereksiz. ben bir tek 'gerçek kendi gördüğündür' kısmını aldım ya da 'gerçek aynadır' kısmını. ne fark eder? ben becerebildiğimi düşünüyorsam bu benim için yeterli. içine atmayı hiç sevmeyen insanların içine attıklarını çıkartabilme yoludur yazmak, yahut küfür etmenin süslü ve beğenilen bir yolu da olabilir. yine, ne fark eder? 

'ne fark eder?' bugünlerde en çok düşündüğüm şey. bir güç beni 'her şey olacağına varır' fikrine inanmam için kuvvetli bir şekilde itiyor. fakat ben kaderci bir insan olmama rağmen hayatım boyunca buna göre yaşayamadım. çünkü söylemiştim size, din öğretmenim bana 'kaderinizi kendiniz çizersiniz' demişti. yahu, bu kadar büyük olduğuna inandığımız bir güç bizim elimiz kolumuz bağlı oturmamızı ister miydi ya resulullah? peki bunca ayrıntı neden var? ben bunca ayrıntıya takılamayacaksam neden varlar? ayrıntılara takılan insanları sevin. ayrıntılar hikayenin bütünü oluşturur ve hikayenin bütünü oluşabilmek için ayrıntılara mecburdur. herkes ayrıntılara mecburdur. hayatı perspektiften yaşayabilmek gerizekalı mühendislerin işidir. türkiye'de işler böyle yürüyor mesela. üniversitede de böyle yürüyordu. ayrıntıların hiçbir önemi yoktur. o yüzden de pek bir şey bilmeden mühendis olabilirsiniz. ben de buna güveniyorum sanırım. mesela bu şekilde konudan konuya atlama konusunda bir dünya markası olmamın da belli başlı sebepleri vardır ama onu da ben umursamıyorum. herkesin umursamama hakkı var elbet ama nerede kullanacağınızın da önemi var. yani diyorum ki; ayrıntıları sevin.

ayrıntıları sevin çünkü içini bilmediğiniz şeyler canınızı yakar. eğer ayrıntıları bilmezseniz kendi kafanızdaki ayrıntılara inanırsınız. misal, bu yazının başlığına bakacak bir adam bu yazının dil bilgisi içeren bir yazı olduğunu düşünebilir. başlıklara çok takılmasak keşke. çünkü diyorum ya, başlıklara takılırsak yazının içini biz oluşturmak zorunda kalıyoruz. böyle durumlarda da kafamızdaki gerçeğe inanıyoruz. ve bir insan kendi aynasına düşmüşse onu kurtarmak dünyanın imkansıza yakın tek işidir. lise sıralarına 'never say never' yazmış bir nesilden bahsediyoruz. aynalardan uzaklaşabilsek keşke. belki de bu yüzden okuldan mezun olmadan önce 'never say never kalıbının önüne birkaç never daha ekleyebildiğimizi gördük. 'never say never say never' her never anlamı değiştiriyor. yemin ediyorum resmen hayat gibi. bunu ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. çünkü fark etmek uyanmaktır. 

uyanmak da dünyanın en zor işidir. maviye mi griye mi uyanacağını sen seçemezsin. yine de hayatında belirli bir denge kurmak senin elindedir. zaten kendimizi kandırmaya gerek yok, her zaman hayırlısı ne ise o olmuyor. çünkü acayip hayırsız işlere hayırlı demek benim içimden gelmiyor. olayın içinde bizim için bir hayır elbet vardır fakat hayır, ben bunu kabul edemiyorum. yani diyeceğim şu ki, durduğumuz yerde hayat bize hiçbir şey getirmiyor. zaman akıyor, zaman geçiyor, biz bir şeyler için çırpınıyoruz ve aslında bir şeyler için çırpınmaya başlamamızın asıl sebebi kendi kendine olgunlaşıyor. ama sen, onun olgunlaşması için bir şeyler yapmaya devam etmek zorundasın. ve sadece, illa ki sadece sonucu görebiliyorsun. peki bu işten ne anlamalıyız? ben de bilmiyorum lan. bildiğim tek şey, sürekli olarak bir şeyler yapmak zorunda olduğum hissi. sürekli olarak çırpınmak hissi. geçenlerde yazmıştım, okyanusun içindeki gövel bir ördek gibi. o an'a özel bir tanımlama değildi bu. genel hayat çizgimdi. beni havuza çıkartmak isteyen her türlü kötü ayrıntıdan kaçma isteğim de bu yüzdendir, belki de çok sevdiğim bir arkadaşımın bana 'insanın kaderi genel olarak belirli bir çizgide oluyor, spesifik şeyleri değiştiremiyorsun' demesindendir. ben buna da çok bozulmuştum. tabii ki söylemedim.

bir şeyler yapayım. kararlar alayım. sürekli bir şeyler yaparken kendimi kaybetmemeyi de başarabilsem keşke. dışarıdan bakabilme şansım olsa kendim olmadığımı rahatça görebileceğim şeyleri yaptıran garip şeyi çözebilsem keşke. geceleri de sabah düşünebildiğim kadar aristokrat havada gezinebilsem keşke. 'hmm hmm tabii, mantıklı' havam anında 'fakat o iş öyle olmuyor' tadına bürünmese keşke.

şu okuduğumu da hiç unutmasam keşke:

''kızgındım, hem de çok. sadece o'na değil her şeye, herkese kızgındım artık. galiba en çok da kendime. bir sürü karar aldım ve yavaşça hayata geçiriyorum bunları. bu kararların en önemlisi de şuydu: artık ne ailemin, ne çevremin, ne sevgilimin, ne de başka birinin ya da başka bir şeyin istediği gibi değil, kendi istediğim gibi bir ''erkek'' olacaktım. hatasıyla sevabıyla..''

yazdığıma göre, unutma şansım da kalmadı artık. bir de anımsadım tabii. ben de bir ara bayağı fazla karar aldım. ilk aldığımda hiç uygulayamayacağımı sandım. işte adam olamama korkusu da buralara dayanıyordu. sonra bir şeyler oldu ve kendime inandım. bir şeyler hep bir şeyler olsun diye oluyor demek ki. ve tıpkı böyle, yavaş yavaş yaptım. karakterime hiç uymayacak şekilde, yavaş yavaş yaptım. yine olsun, yine yaparım.

zaten yine karar aldım, kendime özel yazılarımı küçük harf ile yazacağım. ne fark eder?

4 Şubat 2014 Salı

Yerlere Bir Elmadır Elimden Düşer


''ben tekrar pencereye çıkınca
bütün kuşlar havaya gidiyor''

İnsanın kendi başına dolaşması, fener'in -bana özel şeyleri küçük harfle yazarım- kazandığı bir haftaya denk. Genel olarak, pencereden baktığım akşamlar dışarıya çıkarım. Hayatımın uzun bir dönemini şişko bir adam olarak geçirirken bile yürüme eylemine üşenmezdim. Hem yürürken daha çok umut edersin. Her özel noktanın sadece sana özel alt anlamları olur ve her geçtiğinde yeniden canlanır. Hem bunlar yer değiştirebilir, gömülebilir ve tekrardan inşa edilebilir. Beyin çok geniş, kafam çok büyük.

Aşağıya inmek için -biz pendik çarşısına ''aşağı'' deriz- iki tane yol vardır. Polislerin seyyar cafeleri haline getirdikleri ve sonu köşede taksi durağı barındıran garip yola çıkan taraf yahut köpekli evler ve dede bakkalın -Ki burada üç dede vardır. Birisi eceliyle, birisi de o dönemler çok şaşırmama yol açacak şekilde, müzik sesi açılarak ve susturucuyla öldürülmüştür. Üçüncü adam dede falan değil. Babamdan küçük. Yaşıyor.- bulunduğu yokuştan inip, sağa dönerek ve yine köşedeki garip taksi durağına ulaşarak giden yol. Bu arada taksi durağı bir senedir falan orada. Eskiden hastanenin yakınlarındaydı. Yanında kebap dükkanı vardı. Şimdiki yerinde çiçekçi var. Güzel detay.

Dede bakkalın yanında çok fazla özendiğim iki abi vardı. Sadece yabancı filmlerde bulacağınız evleri ve bahçelerinde yarım basketbol sahası vardı. Potaları okuldakiler gibi sert değildi, turuncuydu. Bir de fileleri demirdendi. Her gece teke tek maç yaparlardı. O dönemler benden iki yaş büyük bir abim olmasını isterdim. Sonra benden on iki yaş küçük kardeşim oldu. Babalarının kırmızı bir Toyota'sı vardı. Dünya üzerindeki en temiz arabaydı. Böyle adamlar yaşamak için dünyaya getirilmiş gibi gelirdi bana hep. Her şeyleri en iyisi. Çocukları maç yaparken hep gülerdi. Birisinin saçı uzundu. O aralar benim saçımı Murat Abi keserdi ve insan içine çıkmaya utanırdım.

Ben son aylarda polislerin seyyar cafelerinin oradan geçip gitmeyi tercih ediyorum. Durak oraya daha yakın diye değil. Bu sefer nedensizce dede bakkalın oradan geçiyorum. Televizyon tamircisi ve aşırı dindar abi bakkalla kavga halinde. ''Utanmıyor musun dini yanlış yansıtmaya?'' demek istiyorum ama diyemiyorum. Lise yıllarında bana sorduğu ''Karı kız durumları nasıl lan?'' sorusuna, ''Sanane ulan -esaslı bir küfür-'' şeklinde cevap verdiğim için konuşamadığımız arkadaşımın eski evinin yanından geçiyorum. Bir ara emo olmuştu, onu hatırlıyorum. Emolar genelde gelecekte çok düzgün insanlar oluyorlar. Dibi görüp tekrar yükselmek gibi bir şey herhalde. Annesinin bana ''oğlum siz yakın arkadaşsınız, niye öyle yapıyorsun?'' dediği aklıma geliyor. Aynı şekilde anneme küfür ettiği için -bana da etmiş olabilir. problem değil- göbeğinin tam ortasına tekme attığım ilkokul arkadaşımın annesinin de buna benzer bir şey dediğini hatırlıyorum. Böyle saçma şeyleri niye hatırlıyorum? Tabii bu arada ilkokuldaki halim ve ortaokul halimdeki bu inanılmaz farkı anlayamıyorum. Hele lise ve sonrasını hiç bilemiyorum. Hayatım sürekli heyecanlı ve sakin birisi olarak değişmekte. Uzun süredir sakin tarafında kaldığımı fark ediyorum.

Yolun taksi durağına çıktığından bahsetmiştim. Ben okuduğum şeyleri çok acayip şekilde hatırlarım ama şiir gibi olan şeyleri hiç hatırlamam. Hepsini tekrardan okuyunca, tekrardan anlamlandırırım. Bazen iyi bazen kötü. Bazen de unutmamış oluyorum. Mesela taksi durağına adım attığım anda kafamda;

'sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur' beliriyor.
'sen beni öpersen belki de ben gansterleşirim. belki de şair olurum ve seni de aldırırım yanıma' da beliriyor. ''Ulan yavaş ol hayvan'' diyorum kendi kendime. Bu ne cüret?

Viyadükten geçerken orası adına yazdığım bir yazı geliyor aklıma. O dönemlerde kendimi beğeniyorum, ne yalan söyleyeyim. Viyadükten geçerken kendimi beğeniyorum. Çünkü o zaman garip yürümüyordum, dengeliydim. Çünkü o zaman aşağıya bakıyorduk. Çünkü o zaman boyum uzun idi diyorum kendi kendime. Kulaklığımı almadığım her gün kendi kendime bir şeyler diyorum. Kafam çok büyük ama olsun;

''çirkin olduğum için aynaya bakmazsam; güzelim''.

Aşağıda bir tam tur attıktan sonra -ve elbette dünyanın en iyi çiğ köftecisinin, içinde maydonoz yok, önünden geçtikten sonra- viyadüğün sağ tarafından yukarıya çıkıyorum. Mesela dengeli yürürken sol tarafından çıkıyordum. Buna kim karar veriyor? Ben. O yüzden de yine sağ taraftan çıkıyorum. Bir erkek yalnız yürürken paytak paytak yürüyormuş gibi geliyor bana. Belki de bana özeldir. Saat takmazsam da böyle geliyor. İki tane bomboş sallanan kol. Tabii ki dengesiz.

Tam viyadüğün bitişinde ''Benim kardeşime sarkmışsın -sarkmak ne demek lan?-'' diyerek -yüksek ihtimal canı çok sıkılmıştı- bana durduk yere sataşan çocuk geliyor aklıma. ''Gel lan bostana inelim, orada kapışalım'' deyip bostana indirmiştim çocuğu. Sonra da eve doğru koşmuştum. O yaştaki bir çocuk için güzel manevraymış. Sadece bu yüzden, benden adam olabilir. Bir de ''elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim'' dizesini bildiğim için.

İster istemez -illa ki ister- taksi durağından geçiyorum yine. Evimin yerini ben değil babam seçiyor. Ne yapabilirim?

''artık seni bir çiçeğin yerine kopartmak istiyorum sevgilim.
işte sahneden indim ve öpüyorum ağzından'' diyor yine hafızam. Tövbe estağfurullah. İyice içimizden geleni yapıyoruz bugünlerde diye düşünüyorum bu sefer de. Büyük terbiyesizlik yapıyoruz. Etikleri çiğniyoruz mazallah diyorum. Baya değişik hisler fark ediyorum kendimde. Fakat zamansızmış diyorlar. Öyle miymiş sahi? Kim karar veriyor? Bu sefer ben değil. Zamanı kim belirliyor? Ben her şeyin gerektiği zamanda olduğuna inanırım mesela. Diğer tarafta pozitif bir etki yaratsın diye yapmam bunu ama. Diğer taraf burada çift anlamlı oluyor bu arada. Hem kişi hem göreceğimiz yer. Babam şu satırları okusa benimle gurur duyardı diye düşünüyorum tam şu anda. Hala daha inanıyorum, cuma günleri biraz daha fazla.

Aradaki saçma tali yolu kullanarak -tali yol kelimesini ilk kez duyduğum ortaokul sınıfındaki konumumu da hatırlıyorum bu arada- dede bakkal yoluna sapmayı da ihmal etmiyorum. Kafam o gün ne kadar karışıkmış. İki kardeşi arıyor gözlerim. Pota yıkılmış. Berbat ve yeni bir çardak yapılmış yerine. Abilerin şu sıralar ne kadar mutsuz olduğunu düşünüyorum. Büyük olan kesin saçını bile kestirmiştir diyorum kendi kendime. Sakalım falan uzun bu arada, kendimi çok büyük bir şeymiş gibi hissediyorum. Abileri geçtim. Kırmızı Toyota gitmiş. Beyaz bir Toyota gelmiş yerine. Yeni model. Ve bahçeye park edilmiş. ''Orası abilerin yeriydi ulan'' diyesim geliyor. Tabii ki yine diyemiyorum. Zaten abileri yirmi dört yaşındalarmış gibi hatırlıyorum. Artık onlara abi falan demiyorum.

Bu eve son kez giriyorum. Babam taşınacağımızı söylüyor çünkü. Babaların sözü bugünlerde çok az dinleniyormuş. Bence sakıncası yok. O yokuştan bir daha çıkarsam yine,

''bak ben sana ay aldım al ay aldım bak ben sana'' demek istiyorum. İlerideki bir tarihte. Herhangi bir tarihte.

Kuvvetle muhtemel Sapanca'dan alınmış bir elma düşüyor yokuştan. Peşinde çocuk falan da yok.

''lülelitaşından gerdanlığa gücüm yetmemiş,
sana sapanca'dan bir sepet elma almışım'' mı desem diyorum kendi kendime, yoksa şey mi desem diyorum. Şey. Hiçbirisini kendi kendime demiyorum. Henüz aklım yerinde.

31 Ocak 2014 Cuma

Karakter?

Bazen şey diyorum, şey. Bir sürü şey söylemek istediğim zamanlarda şey diyorum. Bir de ''tamam.' diyorum. Bunu da yeni öğrendim. Yirmi üç yaşımdan sonra tamam diyebilmeyi öğrendim. Bu dönem içerisinde sabır etmek ile bile sınanıyorum. Düşününce, son yıllarım sabır edebilmeye çalışmakla geçti. Sonra sabır etmeyi öğrenmekle. İnsanların bu tarz şeyleri karaktere bağlamasını da anlamlandıramıyorum. Karakter bu kadar değişken bir şey değildir diye düşünüyorum. Karakter daha belirgin olmayan şeyler olmalı mesela.

Karakter diye adlandırdığınız şeyler genel olarak korkular ya da alışkanlıklar aslında. Ya da ben öyle görmek istiyorum. Sonuç olarak benim görmek istediğim şey benim açımdan daha önemli. Benim çok fazla konuşmam ve bunun yanı sıra kendimi yanlış ifade etmekten bu kadar korkmam bir karakter olmamalı. Ya da sözümün kesilmesini hiç sevmemem. Birden çok şey söylediğim zamanlarda, söylediğim ilk şeylerin üçüncü ya da dördüncü şey yüzünden umursanmayacağından korkmam asla karakter olmamalı mesela. Veyahut hislerin tepkilerini ya da hissettirdiklerini görmek istemek karakter olmamalı. Bir şey kafamın içinde dönüp dururken, onu durdurmadan hayatıma hiçbir şey yokmuş gibi devam edememek karakter olmamalı. Bunlar insanlık görevi olsun mesela. Karakter olmasınlar. Karakter olmasınlar çünkü karakter insanların her olaydan kaçmak için kullandıkları en basit silah. Ben basit şeyleri sevmiyorum. Silahlarla ilgili bir fikrim yok. Nerede kullanıldığına göre değişir.

Bu gibi şeyleri neden düşünüyorum? Çünkü ben hep düşünüyorum. Bu da karakter mi? Yoksa şu malum ayın bulunduğu konum ve doğum günümüz ile mi ilgili? Ya da belki kaderdir. Her neyse, çok yoran bir şey. Belki de değiştirilemeyen şeyler yoruyordur, bilmiyorum. Genel olarak bilmiyorum.

Mesela karamsarlık ve umutlu olma durumunu da karaktere bağlıyorum bazen. Sonra kendime kızıyorum. Çok karamsar olanlara da kızıyorum, biliyorsunuz. Benim umudum çoğu zaman diğerlerinin karamsarlığını kapsamıyor. Rahatsız oluyorum bazen. Böyle zamanlarda da çok az şey yaşamış gibi olan adama dönüşüyorum. Basit adam. Kendi kendime adam diyorum, pek tabii asla değilim.

Ben aslında sadece şey yazmak için gelmiştim. Bir yokuşu çıkarken, bir kapıdan geçerken yahut hiçbir şey yokken mırıldandığım bir şey var. Tepkisizlik karakter değildir. Olamaz. Olsa olsa es geçmektir, görmezden gelmektir, belki yorgunluktur. Hep, bir ucu da bir nebze umursamazlıktır. Ya da umursayamamaktır. Bilmiyorum. İnsan en çok, umursadığı kadar umursanmadığını düşündüğü anlarda neyi umursuyorsa ona sarılır gibi geliyor. Yine bilmiyorum.


6 Ocak 2014 Pazartesi

Banliyö Trenleri Tekrar Açılmış


Bir ağaç ve benim aynı gün 'ilk kez' görülmüş olma olasılığımız nedir? Ya da bir ağaç ve benim aynı gün ilk kez görülmüş olma olasılığımızın benim yolumda bir değişiklik yapmasının olasılığı nedir? Yolumda olacak olan değişikliklerin olasılıkları nedir? Çok fazla düşündüğüm konusunda çok uzun süredir hemfikiriz. Çok da fazla olasılık hesaplarım. Tutup tutmamasıyla pek fazla ilgilenmeden. O gün de yine fazla şey hesapladım. Beynimin yanmasına çok az kala, çok saçma şeyler yaptım.

Sadece kendim için yürümeyeli çok fazla süre olmuştu. Bir şeyleri düşünmekten kaçarak yaşamaya çalıştığımız uzun bir süre. İnsan böyle zamanlarda kendi için bir şeyler yapmaktan çekiniyor. İnsanın kendi kendine çekinmesi ne garip. İşte öyle saçma bir anda gittim o banka. Onca senedir yürüdüğüm yolun üzerindeki herhangi bir bank. Herhangi birisiyle oturulabilecek herhangi bir bank. Herhangi bir bank olmasına rağmen, henüz denenmemiş herhangi bir bank. O gün konuşacak birisine ihtiyacım vardı ve oturdum.

Konuşacak birileri her zaman bulunur ama zeytinli poğaça sevmediğin halde, elinde gereğinden fazla zeytinli poğaça olmasını açıklayabileceğin insanlara ihtiyacın var. Ya da görür görmez baygın gözünü pörtleteceğin bir köpeğe. İşte böyle bir günde, bir ağaçla ilk kez kesişebilmenin olasılığı düşüktür. İnsanın hayatını değiştiren olayların hepsi ama hepsi düşük olasılıklardan oluşur. Hiç tahmin edemeyeceğin şeylerden. Çok düşük olasılıklardan. Belki hiç olmayacakmış gibi olanlardan. Büyük olasılıklar tatmin etmez. Oluştuğunu gördüğüm şeyler hoşuma gitmez. Hayatımı bu tür ufak olasılıklara sığdırmak ne kadar doğru bilmiyorum ama en azından kendi istediğim gibi yaşıyorum. Neyse, köpek diyorduk. O gün çok fazla köpek vardı. Kuduz olma olasılığı olan bir köpek tarafından ısırılmamın bir ayı henüz dolmuştu. Yine de, ben bankta otururken köpekleri değil, neyi düşündüğümü düşündüm.

Böyle anlarda çok alakasız sahneler aklıma gelir. Belki de alakalıdır, bilmiyorum. Beyin konusunda pek düşünme ve seçme hakkına sahip değiliz zaten. Üniversiteye gittiğim ilk yıllardı. Okulun yokuşunu çıkarken, dört erkek, bir kız iken ve konuşabilecek, abartılabilecek bir sürü şey varken neden birisi çıkıp da ''Hayattaki mottonuz nedir?'' diye sordu bilmiyorum. Sonuç olarak mühendislik okuyorduk ve konuşacak daha hakiki konular olmalıydı. Yani onların olmalıydı. Ben genelde mühendis gibi davranamazdım. Hala daha davranamıyorum. Ben o gün ilk kez şu meşhur ''tesadüf diye bir şey yoktur'' kalıbını kullanmıştım. Arabadakilerin hoşuna gitmiş olacak ki ''şansa da inanmam bu arada'' diye ekledim. Utanmadım. Genelde utanmam. Bir de unutmam. Unutmamak şu yönden iyi: Bu hikayeyi hatırlayacak herhangi birisi yok. Sadece ben biliyorum. Sadece sizin bildiğiniz şeyler iyidir.

Tam o sırada, zeytinli poğaça sevmediğim halde elimde gereğinden fazla zeytinli poğaça olmasını yadırgamayan, ''banliyö trenleri tekrar açılmış biliyor musun?'' dedi. ''O zaman gidilecek yer belli'' dedim. ''Senin hikayelerinin oluşum noktası hep buraya çıkmak zorunda mı?'' da diyebilirdi. Demedi. Daha güzel bir şey söyledi. Gittik, denizde yüzdük.

Yazdığım şeyleri tekrardan okumayı sevmem. Belki de çok değer verdiğimdendir. Ama kafamda gezdirmeyi çok severim. Banliyönun açıldığı gün, kafamda hep malum Kadıköy yazısı vardı. Malum parmaklıklar, malum şeyler. Fener'in maçı yoktu. Zaten kaçmaya da gerek yoktu. Yazının o kısmı saçmaymış. Bunları düşünürken, utanmadan yürümek zor olmalı. Ama olmuyor. Bir yandan da Metro'nun girişinden gelen şu şarkı var ki değmeyin keyfime. Yıllardır duyup da umursamadığım seslerin en birincisi. Bir şekilde, kafamın bir yerinde yer etmiş meret. Zaten düşünce olsam, ben de kesinlikle benim kafamda bulunmayı isterdim.

Zeytinli poğaça sevmediğim halde elimde gereğinden fazla zeytinli poğaça olmasını yadırgamayana bir sır verdim. ''Bir hayal kur, bitene kadar özgürsün'' dedim. ''Kafa karışıklığı ve umut aynı anda gelirler. Sen birisini seçersin.'' dedim. Köpek görmüş gibi pörtletti gözlerini. İki baygın, iki pörtlek bir normal yapar mı? Yapar.

Eve dönerken düşündüğüm tek şeyin periyodik tekrarlayan çat çat çat sesi olduğunu söylemek istiyordum. Çünkü bu salak ve güzel şeye benden başka takılan insanlar da olmalıydı. Bir durak boyunca kaç çat çat çat sesi çıkıyor? Bunu başka birisinin daha düşünme olasılığı nedir? Düşük. O yüzden de güzel.

Yağmuru seven iki insanın yağmurda yürümeyi hiç romantik bulmamaları da düşük olasılık ama oluyor. Bu da güzel. Böyle kesişen eylemler yaşama amacınızı arttırır. Ben yine de yalnız olarak yağmurda yürüdüğüm bir gün, hiçbir romantik eylem içermeyen herhangi bir filmi izlerken düşünebilirim kendimi. Çünkü o filmde benim beklenmedik düşük olasılığım var.

-Yarın kahvaltı yapalım mı?
-Hmm. Nerede yapıcaz?
-Ardahan'da.
-Ne? Ardahan mı?
-Hee. Gelmez misin?
-Babanın köyü olan?
-Evet.
-Tamam gidelim.

Gittik. Bir daha hiçbir şey aynı olmadı.

Şarkı. Yine aynıydı. Her yağmurlu gün, herhangi erkek adam, herhangi güzel bir kadına bu şarkıyı atmak zorundadır.

Çünkü, ''Kendin ol, başkalarının ne dediğini umursama'' diyor. Biraz fazla düşünürsek, güzel söz.