11 Kasım 2019 Pazartesi

Kar


arabadan inip, ilk kez fark etmiş olduğum bir yerin fotoğrafını çekerken, o yere on altı kez gitmiş olmam hiçbir şeyi değiştirmez diye düşünüyordum. iki tarafı da taştan evlerle örülü, puslu ama umut vaad eden bir cadde. asla gözüktüğü kadar karanlık değil ve tabii ki bu yıllardır böyle olmalı diye düşündüm. yine ilk önce kendime kızdım. çok belli edemesem de birisine kızılacaksa önce kendim olmasına dikkat ederim. ben çocukluğumun geçtiği yerleri 2013 yılında, bir kitabı hem de moralim çok bozukken okuduğumda sevdim. ilk kez. ne çocukluğumun orada geçtiğini söylemeyi severdim, ne de babamın oralarda büyüdüğünü. insan ne çok değişiyor, en çok da yazarken hayret ediyor. 

anneannem süt makinesinin üstüne düz beyaz bir kumaş çekmiş. o kumaş sütü süzmekten parlak, mistik bir hal almış. sağ taraftaki duvarın sol üst köşesi çatlamış ve arkasındaki duvarın rengi gözüküyor. karşı duvarın da yer yer düşen taşları var. hemen yanımızda benim en çok uyumayı sevdiğim yatak var. o yatakta ailemin beni hiç sevmediğine dair bir rüya görmüş ve koşa koşa ineklerin yanına gitmiştim. her neyse işte. makinenin kolunu çeviriyorum. yani bir çocuk bir makineyi ne kadar sevebilirse öyle seviyorum. anneannem daha hızlı çevirmemi söylüyor. daha hızlı çevirirsem daha güçlü olurmuşum. bir de limonlu su içersem yemeklerime dikkat etmeden zayıflayabilirmişim. canımı sıkmama gerek yokmuş yani. ne kadar salakça şeyler düşünüyor diyorum kendi kendime. kolu çeviriyorum. kolu çevirdikçe kendi kolumu sıkıyorum. üç ay boyunca kolları kontrol ediyorum. o çok sevdiğim makineden nefret ettiğim peynirler, yoğurtlar ve çok sevdiğim kaymaklı süt çıkıyor. sofrayı birbirine katıyorum. babam yine yanlış yapıyor ve bana kartal market'ten market peyniri alıyor. hepsini ben yiyorum. yirmi yaşına kadar mütemadiyen şişiyorum. saçlarımın yanları çok ufak beyazladığında ve limonlu su içmeden zayıfladığımda ise aneeannem artık yorgun bir şekilde yanımızda oturuyor. artık daha fazla zayıflamamamız gerektiğini kendine özgür bir üslupla bize iletiyor. ilk iş olarak o odayı soruyorum. biraz suçluluk, biraz umut, biraz da artık köy peynirini, yoğurdunu çok sevdiğimi söyleyebilme isteğiyle soruyorum. ''eren oralar hep yıkıldı.'' diyor dayım. anneannem benim elimi tutuyor ve zehra'yı da çok seviyor. ortak duyguları besleyebiliyoruz. ben de her zamanın aksine ona kocaman gülüyorum. utanmıyorum. keşke diyorum içimden. keşke o oda dursaydı da bu gece orada kalsaydık. sabah kalkıp o odada hayal etmenin ne kadar güzel olduğundan bahsedebilseydim. önümüzdeki yazı düşünüp mutlu oluyorum. 

neden önümüzdeki yazı düşünüyorum? lise sona dönüyorum. babamla trt'de çıkan şişko, tatlı bir adamı izliyoruz. babam adamın çok iyi bir insan ve çok iyi bir eğitmen olduğunu düşünüyor. o her televizyona çıktığında ilk kez görüyormuşuz gibi çağırıyor beni. babamın daima ilk kez duyuyormuş gibi hissettiği şeyler vardır. babamın muhakkak yüzlerce kez anlattığı şeyler vardır. ben de o dönemler babamı çok fazla kırmıyorum. oturup izliyoruz adamı. her gün. adam ''sınav ile ilgili çok umutsuzlanırsanız ya da mutsuz olursanız sonrasındaki tatilinizi düşünün'' diyor. ben sınavdan sonra oynayabileceğimiz çok gerçekçi basketbol oyununu düşünüyor ve aşırı rahatlıyorum. sonrasında ise ne zaman çok kötü bir olay yaşasam hemen ardından gelebilecek iyi bir şeyi düşünüyorum. bazen aniden böylece düzelebiliyorum. bunu da bir iki sene önce fark ediyorum. insanın hayatı hep ufak detaylara bağlı. en azından benimki öyle. önümüzdeki yazı da öyle umutlu bekliyorum. yoksa o gün çok mutsuz olurdum. o gün mutsuz olmak için uygun bir gün değildi.



akıllı olması yönünde uyarılmışlığı bulunan yazar o düşüncelerle geçtiğim yerleri öyle güzel anlatıyordu ki, daha önce neden okumadığım konusunda yine kendime kızmıştım. ve o yazara büyük hayranlık beslemiştim. bir insanın içinde bulunurken nefret ettiği bir yeri sadece bir kalemle baştan çizmek bir yazarın yaşayabileceği en büyük gurur olsa gerek. bense içime işleyen sokaklardan geçtiğimde afilli cümleler söylemeyi ve bilhassa düşünmeyi çok severim. o gün en büyük gücün bilmek olduğunu düşündüm. zaten yıllardır, birisi benimle röportaj yapsa da bu büyülü düşüncemi tüm dünyaya anlatsam diye bekliyorum. kestirme yoldan, buradan aktarmış olayım. ben bilgiye çok önem veren, bilmeyi çok isteyen ve bu yönde hayatını sürdüren birisi olsam da başkalarının da bilgilerine çok önem veren biri olmaya çalıştım. bu yönden de bakarsak bilmeye ve bunu aktarmaya büyük hayranlık duyarım. zehra ile ilk kez bir yapıyı gezerken de bunu hissetmiştim. bildiği şeyleri çok güzel anlatıyordu. sonrasında hep bazı yapıları gezdik ve hep bilmediğim şeyler öğrendim. dün mesela, meke gölü'nü öğrendim. konya'daymış. konyalılar bile bilmiyor olabilir. ben ise bildiklerimi ve düşündüklerimi anlatmakta sorunlar yaşayan birisiyim. bilgim ise muhakkak tartışılır. işte bu sokakları da kitap okurken sevdim, geçen hafta ise hayran kaldım. öğrendim.

işte bu yüzden daha tanıştığımız ilk gün o'na bir şeyler yazıp, babamın doğup büyüdüğü yerlere götürmeyi teklif etmiştim. çünkü ben bir şeylerin ancak yazarak ve hissettirerek anlatılabileceğine inanıyorum. yine sıradan bir yazarın yazdığı, içerisinde köy ve tavuk butları geçen bir öykünün koskocaman bir hayatı oluşturmasındaki etkisini size anlatabilmek isterdim ama hissetmeniz lazım. zaten çok kişinin anladığı şeyleri sevmem. bu örgünün devamı olarak kirazın tadı'nı da çok sevmiştim. 

binlerce kilometre yaptık. kars, kaz, taş, yaşanmışlıklar ve çok soğuk yerler gördük. ben hep görüyordum. ama böyle güzel olduğunu ilk kez fark ettim. bir olguya anlam katanın hissedilen şeyler olduğuna bir kez daha emin oldum. tüm içtenliğimle, eksikliğini hissetmemeyi umuyorum. bu yüzden de oturup bir şeyler yazmanın büyüsü benim içimde hiç geçmiyor. yine oturup bir şeyler yazdım. çünkü hissetmeden yazamıyorum ve yazdığımda çok garip şeyler hissediyorum. normal bir gün içerisinde hissedilmeyecek ve asla anlatılamayacak şeyler bunlar. bu yazının başlığını da kar yaptım. kar'dan hiç bahsetmedim. anladın.

“inanmaktan korkma”