14 Kasım 2012 Çarşamba

Lise Defteri Tadında Bir Basketbol Mucizesi


İlk kez bir karşı cinsi güldürebildiğimi orta okul servisinde fark etmiştim. Gerçi saçlarımın uzayınca kıvırcık olduğunu da lise üç gibi fark ettiğimi düşünürsek bana garip gelmiyor. O zamana kadar içimden geçen şeyleri söylemeyi pek sevmezdim. Bir de bir kız gülüyorsa, kötü şeyler olacak demekti. O dönemler genel olarak Lakers özentiliği yapmak dışında bir düşüncem de yoktu. Fenerbahçe babadan geliyordu, Lakers'ı ben bulmuştum. Çok uzun olmak gibi bir hayalim vardı ve kemiklerim çok fena ağrıyordu. Üç dört doktora gittik, hepsi de ''Kemikleri çok hızlı gelişiyor boyu fazla uzun olacak, tek sıkıntısı bu. 1.90dan az olamaz'' demişti. Neden 1.90? Neye göre belirlediler bilmiyorum ama o günlerde benim hayalim 1.90 olabilmek olmuştu. 


O kızı güldürdükten sonra hayatım bayağı değişti. Konuşmaya ve gülmeye başladım. Orta okul fena sayılmazdı. İyi erkek arkadaşlar edinmiştim. Bizim devlet büyüklerine en çok eğitim konusunda kızıyorum. Liseye geçme zamanını çok kötü ayarlamışlar, ben tam kendimi buluyordum. 


Lise yıllarımın başı çok sıkıntılıdır, hep söylerim. Özellikle ikinci sınıf. Ceketimi askıya astığım, gömleğimi dışarıya çıkarttığım ve kızların yüzüne tekrardan bakabildiğim dönemler. Orta okulun sonları ve lise iki arası bende yok, unuttum. O dönemler izlemek dışında basketbol oynamayı da öğrenmiştim. Arkadaşlar arasında iyi de oynuyordum. O yaştaki bir çocuğun hayali olan Fenerbahçe'de oynamak kısmını da yaptım. Maceram eğitim dolayısıyla pek uzun sürmedi.


Lisedeki ikinci senem, henüz sınıflarımızın bölümlere ayrılmamış olduğu ve şarkıların sözlerine bakmaya yeni yeni başlamadığımız dönemlerin başıydı. Sınıfımız basketbol oynayan çocuklar açısından verimliydi. Kendi aramızda hep oynardık, turnuva olduğunu duyunca koşa koşa gittik. Bu arada ben lisede 1.86'ya ulaşabildim. Daha fazlası olmadı.


Turnuva başladığı sıralarda aramızda aktif basketbol oynayan bir tek Engin vardı ama Çağrı ve ben eskiden çeşitli yerlerde oynamıştık. Engin bildiği ufak savunma taktiklerini beden derslerinde bize öğretir, biz de anlardık. Turnuvaya kendimizce iyi hazırlandık, bir şeyler yapmayı umuyorduk. Gelen takımları bayağı güzel eledik, o kadarını biz de beklemiyorduk. Hatta basitçe geçtik bile diyebiliriz. Biz yarı final yaptığımızda benim t-shirtümün üzerine herifin biri pis elini sürmüştü. Görünce çok sinirlendim. Çağrı'ya ''Ben oynamam oğlum, herkes görecek dedim''. ''Ya salak salak konuşma, ne kadar takıntılı bir adamsın sen?'' dedi. Çağrı net konuşmayı çok sever, uzattığını görmedim. O aralar cidden öyleydim. O takıntılarım nasıl geçti ben de bilmiyorum. Sanırım o zamanlar gereğinden fazla küçüktüm ama hafızamın unutamaması konusunda çözüm aramayı bıraktım. O geçmiyor. Çağrı buraları okuyorsa bunları nereden hatırladığımı düşünüp gülüp geçiyordur zaten.

Okulun iyi takımlarından biri finale çıkma mücadelesinde karşımıza geldi. Oyun kurucuları Efes'in oyun kurucusuymuş. Efes demek bizim için korku demekti. Gerçi bizde de Engin vardı, bayağı iyiydi. Biz bu klasmanın bir kademe altı olarak nitelendirilecek kısımdaydık. Bunun yanında, Çağrı ile aramızda hep garip bir bağ vardı. Ben perde yaparsam, o topu bana bir şekilde indirir ve sayıyı alırdık. Filmlerdeki gibi yani. Bence bu her şeye bedel. Bütün maç adamları anlayamadığım şekilde yakalayıp yakalayıp durduk. Bu direnişimize onların da sinirleri bozuldu. Engin o maç çok ayrı oynuyordu ama biz de sırıtmıyorduk. Biraz Çağrı, biraz da ben sayıya katkıda bulunduk. Aslına bakarsan kötüydük ama mücadele ettiğin zaman kendini kötü olarak etiketleyemezsin. Son dakikalara gelindiğinde salondan gelen hiçbir sesi duymuyordum. O heyecan anlatılacak gibi değil. Sadece topun ve takım arkadaşlarının sesini duyuyorsun. Sanki var olmayan bir filtre geliyor. Çok ilginçti. Bizim Engin iki tane serbest atış attı. Dönen topu kaçırdılar. İki sayıyla gerideydik. 

Ben hayatım boyunca kötü anlarda sağlam durabilmeyi başardım. Annemin de o malum deprem olduğunda evden koşarak giden babamı yakasından tutup, ''Nereye gidiyorsun?'' diye kapının eşiğine geri çektiğini hatırlıyorum. O yüzden sıkıntılı anlarda pek gerginlik yaşamıyorum. Ayrılıklar hariç. 

Bitime on saniyeye yakın vardı. Pek tabii topu Engin'e vermiştik. Ben anlamsızca koştum ileriye doğru. O zamanlar çok daha kiloluydum. Bir orada, bir de internet cafeye kaçtığımızda, lise müdürü bizi Kadıköy boyunca kovalarken o kadar hızlı koştuğumu hatırlıyorum. Engin de anlamsızca daha zaman varken orta sahadan topu salladı. Sanırım uzamasın diye yaptı. Top potanın garip yerlerine düşüp dışarıya doğru sekti. O an kenardaki arkadaşların tüm sesi kulağıma gelmeye başladı. 'Bitince böyle oluyormuş demek ki' diye düşündüm. Aslında daha önce de takımda oynarken maç yapmıştım ama bu sıradan bir maç değildi. Herkes oradaydı. Önemli, önemsiz, nefret ettiğim, çok sevdiğim, çok seveceğim herkes. Top bir şekilde önüme geldi. Çağrı benden daha öne koşmuş. Bana doğru bağırdığını hatırlıyorum ama duymamıştım. Topu tutmamla fırlatmam bir oldu. Hakemin düdüğü top havadayken çaldı ama bir yandan da elini sallıyordu. Top iki tarafa sekip girdi. 


''Ulan Eren kahraman oldun. Şimdi herkes seni konuşacak hem de kirli bir haldeyken'' diye düşünüyordum ki okulun basketbol takımının koçu ve aynı zamanda da hakemi olan herif yanıma geldi. ''Bitti oğlum bitti, geç çaldım ben'' dedi. Rakip takım da hakemin yanına geldi ''Hocam, yemeyin haklarını, resmen süre dolmamıştı. Bırakın oynayalım uzatmayı'' dedi. Kenara baktım. Herkes bize bakıyordu. Adi herifin işi varmış, o yüzden uzatmamış. Sonradan öğrendik. 

Benim de bu mallık dönemlerimden çıkıp, kendimi bulma dönemlerimin başlangıcıdır belki de. Kazandım mı kaybettim mi bilemem ama böyle. O gün o halimi tanıyanlar, şu günlerdeki halimde bulunan güveni hissetmenin benim gibi bir adam için ne ifade ettiğini iyi bilirler. O gün güzeldi o yüzden, unutulmadı.

İşte bana hep böyle oldu. Bir şeyler olur gibi oldu. Sonra ben hep ''Her bir yolumuzu kessen evelallah kayık tutarız, denize açılırız. Oraya da kaptan-ı derya karışır'' demek zorunda kaldım. Sorun yok. Basketbol oynamayı hala daha çok seviyorum. Hatta basket sahasının yanından geçerken onları bırakıp sahaya atlamak için fırsat kolladığımı iddia eden arkadaşlarım da mevcut. Neyse, elbet topun o süre dolmadan malum çemberden geçtiğini görüp tüm işlerini bırakarak benim uzatmalarımı izleyecek birileri ve bir zamanlar olacak. O zaman ben ya 'gol ulan gol' ya da 'sonunda basket ulan' yazarım. 


Hep diyorum ya; hiçbir zaman herkesin bilmesini istemedim.

30 Eylül 2012 Pazar

Her Şey Güzel Olabilir


Ben liseyi, bizimkisi de üniversiteyi Kadıköy'de okudu. Kadıköy benim için dünyanın merkezidir. Seçme hakkı verseler, hangi seneleri seçerdim bilmem ama aynı şeyleri aynı anda yaptığımız olmadı hiç. Yalan yok, o zamanlar için Fenerbahçe stadının duvarına birleşik bir okulda okumak fikri bana çok mantıklı gelmişti. Okulu seçerken başka bir etken yoktu, o ölüm yolunu göze alabilecek başka bir sebep de. Zaten hiçbir zaman yaptığım şeyleri düşünemedim, o fırsat hiç geçmedi elime. Anlık şeylerden nefret ederim ama tüm kararlarımı da anlık alırım.

Pendik sadece Kadıköy için değil herhangi bir şehir için de en uzak nokta. Dünyanın yaşam barındıran her yerine uzak. Tren istasyonuna gitmek için her zaman viyadüğü tercih ederiz. Kışın dondurur, yazın eser. Uç noktalar her zaman iyidir. Dünyanın yaşam barındıran her yerine uzak olan noktanın da merkezinde oturmamak daha çok üzüntü verici. Yaklaşık yirmi dakika yürüdükten sonra bindik trene. Kadıköy'e hiçbir zaman sabit bir nedenle gitmedik, her zaman için iki neden olmalı.

Tren mantıksız, saat üç gibi bu kadar dolu olmasını bana kimse açıklayamaz zaten ama sorun değil. Sadece, güneş almayan kısımda her koltuğun itinayla tek kişiler tarafından doldurulmuş olması can sıkıcı. Dünya üzerinde çok yalnız var. Böyle dolu olunca, düz koltuklar yerine yana bakanlara otururuz ve o gün için küfür seansları erken başlamış olur. Beklenmeyen zamanların hikayesi bu, o da normal. Hayatımız boyunca asla beklenen gelmedi başımıza. Bir şeyi önceden tahmin edebiliyorum ama yaklaşınca siliniyor aklımdan. Olacağını bildiğimi unutup öyle üzülüyorum. En sevdiğim huyum bu, hakkını veriyorum yani.

İndiğimizde daha çok çiftleri inceleriz. Herkes inkar eder ama kendisine iki gömlek büyük kızların elinden tutabilen adamlara küfür etmek en az Galatasaray'a küfür etmek kadar güzeldir. En azından benim için öyle. Belki de bize iki gömlek büyük veya iki gömlek küçük kızların arasında geçirdiğimiz zamanların acısını çıkartıyoruz. Vakti zamanında ikisi de oldu, ortası da. Büyük olanlar her zaman daha güzel duruyor ama insan öyle ya da böyle kendine tam olanı giyecek. Hayatın kuralı bu, o yüzden küfürü hak ediyorlar işte. Biz hak edene hakkını vermek konusunda her zaman cömert olduk. Hatta daha fazlasını verdiğimiz bile söylenmiştir ama bunu yargılamak bize düşmez.

Aylar sonra öğreniyorum ki Haydarpaşa'nın Balon Cafe kısmını gören o ufak cebi çoğu adam için özel şeyler ifade ediyormuş. Orada sosisli yenir, sevgili öpülür, Fener'in maçına adam beklenir. Eylül ayının anlatılamaz güzelliği ve çoğu garip insan için özel olması gibi bir şey bu sanırım. Eylül yaşanan her şeye rağmen güzeldir, Cemal Süreya gibi. Hani bunların gerçek ve kendine özel olduğunu saklayabilmek bir insan yeteneğine sığmaz. Burası da öyle. Anlatılamayacak huzurlar veriyor adama. Küçük bedenin hatırası olmasına rağmen. Fazla huzura alışkın değiliz ki; orada hiçbir zaman fazla durmadık.

Otobüs duraklarına paralel yürürken hep gördüğüm o kavga gelir aklıma. Çocuğun kızın koluna yapışıp sürüklediği, kızın çocuktan kurtulup kaçtığı ve sonrasında gelip birbirlerine sarıldıkları o muhteşem son. Böyle bir ilişkim olmadı hiç, genelde bir taraf gittiğinde diğer taraf o an hiç dönmedi. Sonradan dönmelerin karşılığı da her zaman için gelişine vurulan harika bir vole olmuştur. Bu arada, kendimi bir halta benzetmeme gerek yok ben de hiçbir zaman önden gitmedim zaten. ''Ulan biz ne zaman gideceğiz?'' diye sorduğumda, ''Sorun yaratmaya başlayabildiğimiz zaman'' cevabını aldım. Üzerine bir şey söylemedi, dersi iyi öğrenmiş. Gerçekten bir kez olsun şu ikili ilişkilerin sorun yaratan tarafı olamadığıma üzüldüğümü fark ediyorum. Hep bir şeyler anlatmaya çalışan taraftım. Belki de beklenti içinde bulunmamdan ötürüydü, bunu da bilemem. İşte bu gibi sebeplerden dolayı da hiçbir zaman gidemedik. Bir gün elime bir fırsat daha verirlerse gidebilir miyim sorusunun cevabını bilmemek de çok sinir bozucu. Ben küçükken kolu kırılan adamların alçılı hallerine çok özenirdim. Güzel bir şeymiş gibi onlardan olsun isterdim. İnsanın sahip olamadığı, gücünün yetemediği şeyler güzeldir ya da güzel gelir.

Eski Tek Büfe'nin yerine taze meyve suyu satan bir dükkan açılmış. Tıpkı güneş gözlüğü ve güneş kremi gibi buna da hep ön yargıyla baktım. Güneş gözlüğü takınca kendimi bir şeyler kanıtlamaya çalışan ukala tipler gibi hissediyorum. Güneş kreminde ise güçsüzlük duygusu var. Bu taze sıkılmış meyve sularını da henüz bir duyguya bağlayamadım, olsun. Sevemiyorum ama içtim. Yalan söylemeyi de sevmediğimi söylemiştim. Çok güzel olduğunu da işte tam bu yüzden söylemem gerekiyor. Sadece portakal sıkılarak bu lezzet elde edilmiş olamaz. Sade şeyler lezzetli olmuyor. Bir bardak daha içip dünyanın yaşam barındıran her yerine uzak olan noktasına döndük.

Her ilçeye viyadük lazım ve her zaman bir yol daha bulunur. Okulun yanından geçen ufak geçit geceleri tekin olmuyor. Benim de balici arkadaşlarım var ama onları bu heriflerin önüne atmamak için oradan geçmem. Viyadük iyidir, etrafı açık. Yapboz muhabbetinin üzerinden aylar geçti hala tek bir parça bulabilmiş değiliz. Yaşadığımız onca şeyden sonra, belirli beklentileri olmayan kimsenin almadığı o pahalı ve sanki her parçası dünya üzerinde bulunamayan bir şekil olan yapbozlara dönüştüğümüzü anladık. Çok pahalılar ve sadece böyle şeylerden anlayan, yapmasını bilen kişi alır bunu. Yapbozun her yerde bulunmayan parçası olmak da güzeldir sonuçta. Bir tane daha kenarları acıyla yontulup zor bir şekle dönüştürülmüş yan parça bulacaksın demektir. Yapboz her zaman bütün olmak ister, hakkı budur. Hakkı olana hakkını vereceksin, aklında bulunsun.

Fenerbahçe yine çok kötü tabii. İnsanın düşünecek şeyi olmayınca kendini farklı yerlere veriyor. Biz çocukluktan beri bunun peşinde koştuk. Yaptığım en vefalı davranış da zamanı gelince bunu yine bırakmamak oldu. Kafamızda başka şeyler oldu elbet ama tam yanına falan davet ettik. Yeri sabit şeyler iyidir. Böyle sevdalı adamlar için zor olan tek şey de senin izin verseler tapacağın formayı ruh gibi taşıyan oyunculara sahip olmaktır. Hayatın bu konusunda da hakkımız yedirtmem. Biz hayata karşı mücadele ettiğimiz takımın formasını her daim terlettik. Hakkını verdik yani. Formanın ağırlığının farkındayız. Savunmamız felaket, önlem almayı hiç sevmeyiz. Sürekli gol yediğimiz de doğrudur ama her gole karşılık verdiğimiz gerçeği unutulmamalı. Beraberlik mutsuzluk ve mutluluk arasında o garip yere benzer. Yapmamız gereken şeyi de biliyorum. Artık öne geçmemiz lazım. Her karşılık verdiğinde yine gol yiyorsan ve yine geriye düşüyorsan takımın direnci azalır, kural budur. Birkaç kez öne geçtik aslında ama onda da hep orta hakem ofsayt çaldı. Sevincimiz uzun sürmedi yani. Aslen, orta hakemin görevi ofsaytları görmek değildir.

Bizimki bazen benim düşündüğüm gibi maçın berabere olduğunu düşünmez. Bir farkla geride olduğumuzu düşünse yine iyi, fark yediğimizi falan iddia eder. O günlerden biriydi yine. Israrla yediğimiz golleri anlattı. Ben de attıklarımızı. Sonra durdu durdu yine umut aradı. ''Bana bir şey söyle inanayım'' dedi. Her şeyi geçtim, benim tarafımdan bu kadar gerçekler söylenerek örselenmiş bir adamın hala daha benden inanılacak şeyler beklemesi inanılır gibi değil.

''Her şey güzel olabilir'', konserlerine gittiğimden beri doğru düzgün MFÖ dinlemedim.

28 Eylül 2012 Cuma

Güzel Bir Laf Ettiysen, Susacaksın.



Viyadükten her çıktığımızda ''Oğlum yine mi ikimiz lan?'' diye çıkarız, şaşmaz. İnsanın büyüdüğü yerde yalnız olması kadar saçma bir duygu yok bence. Bir de insanlara güzel anlatıp, kendinin sevmemesi. Bu kadar kötü olup böyle devam edilmesi de saçma.

Yine, o gün de köşedeki abiden bir sigara, bir de sade soda aldık. Birimiz sigara, birimiz sodayı hiç sevmez. Problem değil. Konuşarak her şeyin halledilebileceğine inananlardanız. Yolda giderken insanları yargılamak dünyanın en mutlu işi, daha hoşu ise 'Öeaaaf' sesini aynı tonda çıkartabilmek. Dışarıdan bakıldığında hayatımızdan pek hoşnut olabiliriz ama biz genelde sokakları sıkılarak geziyoruz. Tam yanından geçtiğimiz kokoreç kesinlikle Şampiyon'dan daha iyi ama hayatta isimler her zaman bir adım öndedir. Bu yüzden yüksek lisans yapmayı çok istiyorum. Kilo vermem gerekmeseydi, olayların nereye gideceği de belliydi ama yapamadık.

Birkaç farklı yol olmasına rağmen burger satan yerin yanından geçmek her zaman en iyisi çünkü orada dondurma sırası bekleyen insanlara şaşırmak zevkli, oturanlarla dalga geçmek daha da zevkli. Yolumuz uzun ama zamanımız çok daha fazla.

Sahili olmayan yerlerde yaşamayı hayal edemiyorum, okuduğum yerde sahil olmamasına rağmen. Sahil dert oluşturur ama geri almasını sever. Bir şey kalmaz yani içinde, en temizi. Yanımızda genelde üçer bira alıp gelen iki genç olur. Düzgün görünümlü gençlerin hepsi mutsuz, garip görünenleri biz oralarda çok görmeyiz. Mutlu olmayan zamanın hikayeleri bunlar, bu da normal.

Sahilde her zaman kediler var, bazı şeylerin kokusu yeter ya. Kedilerin olması onlara baklava yedirmemiz gerektiği anlamına gelmese de biz yedirdik. Sahiline inerken yanımızda baklava olmasının da hiçbir anlamı yok ama tadı çok güzeldi. Kedilerin insanların özel olarak yediği şeyleri yiyebilmesi de saçma. Kedileri sevmem, köpekler her zaman gözüme daha sevimli gelmiştir. Bazı insanları da sevmezsin ama yine de acırsın, yetiştiriliş tarzı buna deniyor sanırım. Kedi için aynı durum söz konusu değil tabii, bir şişe suyumuzu içmiş olabilir. Canı sağolsun, belki bize dua etmiştir. Bence bunlar aralarında bizim gibi konuşuyorlar zaten, fazla küçümsüyoruz. Şu hayatta başıma ne geldiyse küçümsemekten geldi. Küçümsediğin insandan bir şeyler yapmasını beklemezsin ama yaparlar.

Sohbetimiz İstanbul sınırlarından Almanya'ya kadar dayanıyor. Mezhebimizin darlığı oranında geniş bir çenemiz var. Anlatacak çok şey olmasına rağmen biz hep aynı şeyleri konuşuyoruz, on beş senedir anlayamadım. Aralara serpiştirilmiş uzun hikayelerimiz var ama bunu tüm zamana yayınca unutulup gitti hepsi. Ya biz her zaman böyle maldık ya da ben sadece kötü şeyler konuşulunca unutmuyorum.

Yukarıya çıkarken bana ''Lan ben sana bir şey anlatıcam, sen kızacaksın ama yine de anlatayım.'' dedi. Yine aynı şeyler, malum. ''Bu sefer gerçek gibi duruyordu, bu da mı yalanmış?'' diye bitti cümlesi, şaşmaz.

''Bir şeyin efsane ya da mükemmel ve hatta gerçek sıfatını alabilmesi için bitişine bakacaksın. Başında ve ilerlerken hepsi doğru geliyor oğlum, sanki bizim bu boşluk her parçaya uyumlu gibi yani. Yapılması kolay yapbozlara benziyoruz, ucuz olanlarından.'' dedim.

''Bir kere de yalan söyle arkadaş, senin yanında kendini mutlu edecek bir şey duymak imkansız'' tepkisini vermekten bıkmadı, bıkmaz.

Ben doğruyu severim, huyum bu. Bilir yani. Konuşmadım. Böyle güzel laflar ettiğim zaman, sonrasında susmayı seviyorum. Bir kişiye ve beni görmekten midesi bulanmış bir adama da olsa karizmatik gözükmenin yolu budur çünkü, bilirim. Güzel bir laf ettiysen, susacaksın. Öyle olduğu zaman unutulmuyor.

5 Ağustos 2012 Pazar

Dünden Bugüne Eren'in Karikatür Tarihi


Benim karikatür geçmişim lise yıllarına dayanır. Sıra arkadaşım nerede garip ve kimsenin okumadığı karikatür dergisi bulsa alıp getirirdi. Ortamların komik adamı olmaya çalıştığımız yıllar işte, çok tehlikeli. O dönemler hiç hevesim yoktu bu işlere. Arkadaş iyiden iyiye gazı verip bir şekilde başlattı bizi. Bir gün bahsettiği dergiler içerisinden birisini seçip aldım. İlk aldığım dergi Kemik'tir. Annem atmadıysa eğer duruyordu ki bunun çok düşük bir ihtimal olduğunu biliyorum. Dergiyi pek beğenmemiştim. Hatırladığım tek sahne de meşhur aşçı. Ayrıntılara girmeyeceğim, bilen bilir.

Yine de bir merak oluştu bende. Piyasada bu kadar farklı dergi varsa eğer illa ki birisi iyidir düşüncesiyle hepsine saldırdım. Dediğim gibi, arkadaşım zaten hepsini getiriyordu neredeyse -Murat'a selam olsun-. Daral ile Timsah için Leman okumaya başladım. Leman biraz daha ağırdı diğerlerine göre. O yaşlarda öyle şeyler okumak da pek bir karizmatik geliyordu. Siyasi görüşüm varmış gibi gösteriyordu falan. İyiydi yani. Sonra aylık Lemanyak almaya da başladım. Onların da hikayeleri hoştu. İsimlerini net hatırlayamamakla beraber pop şarkıcısı, dedektif ve bok şeklinde patlayan bir abimiz vardı. Hastasıydım. Bir de Leman'da bir abi vardı, hiç unutmam. ÖSS'de tüm soruları yanlış yapmaya çalışıyordu. Tüm sene bunun için çalıştı. Bildiğin çalıştı ki sorular hakkında bilgisi olsun da hepsini yanlış yapabilsin. Bütün sene bunun heyecanıyla beklemiştim ama pek tabii yapamamıştı. Sanırım iki doğrusu falan çıkmıştı, derin keder.

Sonradan Leman sıkmaya başladı. Uzun yazıların hepsini atladığımı fark ettim ve nihayetinde Penguen'e geçtim. Her satırını tek tek okuyordum. 'Ulan ben bunları nasıl ilk sayıdan itibaren takip etmem?' vicdan azabını çekerken Penguen'in bölündüğü haberini aldık. Evladım kesilmiş kadar üzülmüştüm. 'Acaba ne üzerine kavga ettiler, kız mevzusu mu?' gibi sorularla çarpışırken Uykusuz dergisinin çıkacağını öğrendim. O dönem hızlı geçti zaten ve biz yarım kalan Penguen ile idare ederken Uykusuz çıktı. 

Dönemin popüler adamı Engin Günaydın'ın da köşesi vardı. Kendi de ne yaptığını pek anlamıyor olacakti ki bıraktı. Sonra dergi yavaş yavaş şekillenmeye başladı ve bana da fırsat doğdu. Hayatında hiçbir şeyi tam olarak biriktirememiş bir çocuk olan Eren Uykusuz'un ilk sayısından itibaren tüm sayıları almaya başladı. Annemlere köye tatile gittiğimizde dergiyi bulamıyordum, arkadaşlarıma aldırtıyordum. O derece takmıştım kafayı. Yaklaşık yüz sayı kadar bu böyle gitti. Hatta ilk elli sayı kadar Penguen ve Uykusuz'u beraber alıyordum. Sonra ne mi oldu? Birden soğudum. Bir kaç ay dergi almamaya başladım. İşte bildiğiniz Eren bu! 

O arada uzun bir süre geçti ama ben son bir yıldır tekrar sendeleye sendeleye takip etmeye başladım. Dün aylardır yine almadığımı fark ettim ve 'Yeter ulan, tekrardan düzenli almaya başlayayım bari. Ben ne güzel bir karikatür okuyucusuydum.' dedim. Bu yazıyı da Uykusuz'un 257. sayısını devirdiğini öğrenmemle yazma kararı aldım.

Aslında ilk başta yazının başlığı ''Uykusuz'dan Notlar'' olarak belirlenmişti ama böyle kısaca nereden alıştık, nasıl gitti anlatayım dedim.

--

Neyse, işin aslında gelelim. İki ay sonra elime aldığım Uykusuz'a hayal kırıklığıyla başladım. Cihan Ceylan 'kısmen' yeni çizerlerin arasında en çok beğendiğim adamlardan biriydi. Bu haftaya özel midir bilemem ama aşırı amatör ve kötüydü köşesi. Bu herif her zaman orjinal şeyler bulup beni güldürmüştür. Resmen somurtarak okudum köşeyi. Hele son karikatür falan rezaletti. Niye böyle oldu bilmiyorum. Vedat Reis bıraktığımız gibi. İlham kaynağı, yaşam enerjisi. Uğur Gürsoy çizgisi zaten hiç değişmiyor. Nemi seven adam ağlattı. Yiğit Özgür çok bozdu örgütüne asla üye olmadım, daima güzel. Alpay Erdam abim gibi. Fırat Budacı'ya asla ısınamadım. Otis Abi heykeli dikilecek adam. Ersin Karabulut istediği her şeyi çizebilir ama Oky mümkünse Çarpışma'dan başka bir şey çizmesin, rica ediyorum. Umut Sarıkaya ise olmak istediğim adam. Bir çizer ne kadar sevilebilirse o kadar seviyorum bu adamı. Berbat çizimi ise daha çok ısınmamı sağlıyor. Düzgün olmayan şeyleri severim, huyumdur. Son olarak İltem Dilek ismini ilk kez duydum ama espriler gayet orjinaldi, sıkı takipçisiyim.

Uykusuz'dan kısa kısa bahsetmek gerekirse durum budur. Aklım ermeye başlayıp anneme: ''Atma şunları yahu, biriktireyim'' fikrini benimsetebildiğim andan itibaren elimde bayağı bir dergi var. İleride çocuğuma çok pis hava atarım, affetmem. Bunun yanında Uykusuz'un özel yaz sayısını da Pucca'yı dergiye almaları ve yazı yazdırmaları halinden ötürü asla unutmam. En görünen yerde saklıyorum. İbret olsun herkese. Hayatta her şey mümkün!