8 Haziran 2020 Pazartesi

yol

''beceriksizsin ama başarılısın. bu da artık nasıl oluyorsa.'' demiştin. gülmüştük. insanın aslolan karakterini öğrenmesi için yüzlerce esaslı sınav geçirmesi gerektiğini öğrendiğim dönemlerde, mutfaktayken ne kadar da salak olduğumu fark etmiştim. ben belirli bir yaşa kadar kendimi her şeyi yapabilecek birisi olarak nitelerdim. o yaşlardan sonra içsel çöküşüm ve aslında manevi yükselişim başladı. insanın koskoca dünya üzerinde bir nokta olduğunu düşünen gerçekçilerden değilim. yine de tüm dünyanın kendi noktam olmadığını öğrendim. kendimi sıradanlaştırmaya çalışmaya başladığımdan beri daha huzurluyum.

büyüme esnasında tasvip etmediğim birçok şeye maruz kaldım. hepsinin temelinde sevgi olsa da sevgi her şeyi çözmüyor. bazen sorun oluşturuyor. çoğu zaman yeterli de olmuyor. yola kendimi attığım ve arabalara çarptığım günlerde kendimi, ruhumu ilk kez hissettim. birey olabilmeyi okuyarak öğrendim, yürüyerek yaşadım ve sonunda bir sabah, gelecekte pendik belediyesi ekipleri tarafından sonsuzluğa uçurulacak bir bankta oturdum. kendimi dört sene boyunca yorgun hissettiğim bir dönem vardı. isyan etmiyordum ama hakkıyla yaşadığımı da söyleyemem. ben o banka yorulduğum için oturmamıştım. ben o banka merak ettiğim için oturdum. bütün üniversite hayatım boyunca yalnızca iki kez ciddi manada öğretim görevlileriyle münasebetim olmuştu. birisini sana özel olarak anlatırım. diğeri ise kaynak yapmanın nasıl bir şey olduğunu merak etmem neticesinde olmuştu. kalkıp herkesin ortasında kaynak yapmıştım. benden bekler misin? bence sen beklersin. bir şeyler bende merak uyandırdığı sürece canlıyım yani. yorgun bir sabahta, okuduğum ilk cümlenin getirisi olan merak ile geldim o banka. yılların, yolların ve tren raylarının oluşturduğu dingin seslerle geldim. sonrası çok istersen bir dizi olur. biz böyle şeyleri istemeyiz. oruç aruoba'nın bile romantik anılmaya çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. seninle böyle zor dönemlerde kesiştik işte. kendimizi zorla bir kalıba sokmadan, yağmurun altında salak gibi ıslanmaya çalışmayarak yürüdük. pencerede oturup yağmurun dinmesini bekleyebilmeyi akıl eden ve sakin bir atmosferde, bir kavşağı sekiz dokuz kere dönmeyi tercih eden bir ikili olduk. günlerce aynı şarkı, günlerce aynı tatlı, günlerce aynı kitap, günlerce aynı oyun. ne yapıyorsak günlerce.

ilk gün bana ''gözlerimi böyle yapınca korkunç mu oluyorum?'' demiştin. korkunç olmuyordun fakat ben, ilk kez görüştüğüm birinin gözlerine çok da fazla bakamayan birisi olarak tanınırım. o küçük göz gezdirişte hissettiğim şey korkudan ziyade meraktı. öyle başladı maviye yolculuğumuz. sonra hep ona paralel yürüdük. sana hediye ettiğim ilk golümü atarken denize paralel bir halı sahada maç yapıyordum. antiphellos'ta da nereden bakarsan bak denize bakıyorduk. etrafımızda zeytin ağaçları, karşımızda meis vardı. canlı canlı gülüyorduk. o gün geçmişe dokundum.

geçmişe dokunmayan yazılar değersizdir bence. bunu sana söylemiştim. bunu sana yazmıştım da. biz de seninle çok fazla geçmişe dokunduk. ilk kez bir cümleni okuduğumda hissettiklerimi hatırlıyorum. farkında olmadan attığımız benzer adımları, geçtiğimiz benzer şehirleri biliyordum. pendik alt geçidinde çalan şarkıyı, o şarkıdan sonra herkesin ortasında senin adresini sormamı ve en nihayetinde seni sakarya büyükşehir terminali'nde görebilmeyi hatırlıyorum. bir insanı sevmenin ne demek olduğunu anlat deseler o günü anlatırdım. bir insanı görmek isteme duygusunun yüceliğini bir insanı herhangi bir anda görmek isteyenler anlar. her dönemin duygusu farklıdır ama baki olan şeyi biliyoruz.

seninle geçirdiğim her seneyi anlatmak gibi bir niyetim yok ama günlerce yapmayı umduğum şeyin ilk gününü betimlemek istedim. bir öykü gibi değil, bir anı gibi. bir günü. sonsuzluk ve bir gün'ü.

seninle bankta otururken bir şeyler yemek istiyordum. vapura binmek istiyordum. yazı yazmak istiyordum. arkadaşlarınla tanışmak istiyordum. sana karşı çok sakin olmak istiyordum. sana kadıköy'ü ve pek tabii fenerbahçe'yi anlatmak istiyordum. beni koltuk tekmelerken gör istiyordum. seninle şampiyonluk kazanalım istiyordum. hayallerine benimle ulaş, onlarla benim yanımda uğraş istiyordum. beni taksi durağında öp istiyordum. çizdiğin bir şeyi odama asayım istiyordum. sana yemekhanelerin havalandırma sistemini anlatayım istiyordum. senden anı harabeleri'ni dinleyeyim istiyordum. ve daha bir sürü şey. bunları düşünürken tatmin ediyordu ama yazarken mutlu oldum. ve öylece bıraktım.

anılar biriktirmek için yaşıyoruz. anıları tek başıma biriktirseydim de güzel olurdu ama sıkılırdım. ben seni tanımadan önce yalnız yürümeyi çok severdim. şimdi yürümek için seni beklemeyi öğrendim. oruç aruoba'yı ilk kez okuduğumda aslında hiç yürümediğimi fark etmiştim. yalnız yürümeyi sevdiğimi düşündüğüm yıllardı. sonra birçok günüm yürüyebilmek için çabalamakla geçti. sadece yürümeye çalıştım. yolun bitmeyeceğini bilerek. o yolun ortasında sana oruç aruoba'dan bir kitap verdim. sen o kitabı okumadın. ben de okumanı istememiştim zaten. sıkılman gerekiyordu ve sıkıldın. okumaman gerekiyordu ve okumaya çalışmadın. yine bir keresinde hayatın getirdiklerine karşı ekstra adımlar atmanın bazen kötü sonuçlar getirebileceğini söylemiştim. bu sorgulamaktan vazgeçmek değil. farkı biliyorsun. sonra bir gün öylece otururken bir defterinde oruç aruoba'nın cümlelerini görmüştüm. işte o gün yazının başında bahsettiğim esaslı sınavlardan birini geçtiğimi hissettim. bazen beklemek gerekir. yol kıvrılır kıvrılır ve en nihayetinde ayağının önüne gelir. senin o arada yürüyor olmandan bağımsız mıdır bilmem. yine de ikisinin aynı ana sıkıştığı o büyülü zamanlar için yaşıyor işte insan. bu bir gün ediyor.

o kitabın arasında da bir yazı bırakmıştım sana. aslında birbirimizle kesiştiğimiz ilk günden beri bazı yazılar yazıyorum. öncesinde de yazmıştım. sen kıvrılıp kıvrılıp geldin. ya da ben yürüyordum. yazı yazmaya çalışan ve bunu yapabildiğini hissettiğinde çok mutlu olma potansiyeline sahip bir kişi için olabilecek en güzel şey oldu. hevesli bir okur ve daimi bir yol arkadaşı kazandım. umarım yol uzundur ve biz sadece başındayızdır. muhakkak seninle olan yolumuz bir gün bir yerde noktalandığında çok üzüleceğim. umarım o an yanımda olursun ve umarım atacağımız her adımda ilk günden beri aldığım o harika kokuyu almaya devam ederim. denize çok yaklaşmışız da yanımızdaki büyük ağaçlar görmemize izin vermiyormuş gibi. biz muhakkak ki bundan mutlu oluruz.


yine bir yazımda yazmıştım. bir daha yazmakta bir beis görmüyorum. ilk kez seni güldürdüğümde çok mutlu olmuştum. sonrasında hep bunu yapmaya çalıştım. hem pencerem hem de senin için.

''güldün, güller açıldı penceremin demirlerinde.''

şarkısı.

11 Mayıs 2020 Pazartesi

orhan sinan hamzaoğlu i.ö.o.


insan haddi olmayarak ''huzursuzum'' dediğinde dibinin eşelenmesini bekliyor. çünkü hayatım boyunca sesli dışa vurumu olmasa da dibini eşelemek konusunda iyi olduğumu düşündüm. bunun da basit bir gök bilmine -bilim diyerek yeterli saygıyı gösterdiğimi umuyorum- bağlanmasına ve bir deniz canlısına indirgenmesine şiddetle karşıyım. bu duygumun; kendilerinin adını her duyduğumda, yunanistan sularında geçirdiğimiz zamana yaptıkları etkiyi öfke ve özlemle hatırlayarak daha da kinlenmem ile uzaktan yakından alakası yok. bunları da yine dile getirmediğim bir balkon yemeğinde düşünüyorum. yağmur biraz önce durmuş ve yerler kurumaya başlamış.

yağmur ile ilgili duygu ve düşüncelerimi birçok kez dile getirdim. kendisine maruz kalmadığım sürece yağmasını da, sonrasını da severim. tam kurumaya başladığı ana ise bayılırım. çünkü mevsim yaz olduğunda ve nadiren de olsa yağmur yağdığında biz evlere tıkanmış, yağmurun bitmesini bekleyen çocuklar olurduk. yağmur kurumaya başladığında ise sabır testini geçmiş, basketbol oynamaya hak kazanmışız demekti. işte böyle zamanlarda orhan sinan'a sadece gerçek basketbol sevdalıları gelirdi. biz muhakkak orada olurduk. bilenler bilir; her basketbol sahasının kendine özgü, ne kadar boş olursa olsun oynanmayan potaları vardır. oranın gediklilerinin oynadığı iki pota olur. biraz daha kötü olanların oynadığı iki pota daha bulunur. buradakiler bir önceki potaya geçebilmek için hünerlerini gösterirken, bir önceki potadakiler de bulundukları potadan ömürleri boyunca çıkarılamayacağını yansıtan surat ifadeleriyle sanatlarını icra ederler. yağmur yağıp kuruduğunda asıl çocukların olduğu potalardan biri ıslanırdı ve yerin yamukluğundan ötürü çok geç kururdu. biz diğer potaya geçebilmek için yağmurun azaldığı ve tamamen durmadığı anları seçerdik. gittiğimizde yağmur durmuş ve şovumuzu yapabileceğimiz ideal ortam sağlanmış olurdu.

aydınlı yolu caddesi'ne bağlanan ince sokaktan aşağıya doğru inerken basketbol dışında her şey konuşurduk. biraz sonra kendisinin peşinden koşacağımız topu taşımak eziyet olurdu. top genelde yokuşun sonuna gelmeden düşer, ışıklara gidene kadar yakalanırdı. bunu en çok kimin yaptığını bile hatırlıyorum ama hala daha küçük hassasiyetleri olan bir adamım. deniz canlısıyla alakası yok. her gün giden dört manyak etrafında şekillenen altı kişilik bir ekip sanatlarını icra etmek için pendik yokuşlarını hızlıca iniyor. bu duyguyu gerçekten çok özlüyorum. topu sürekli düşüren ve ismini veremeyeceğim arkadaşla okula kadar dalga geçerdim. her gün benzer şeyleri söyler, her gün benzer şekilde gülerdik. kendisi yirmi santim uzayıp kollarıyla birlikte neredeyse beni geçmeye başladığında tüm bu senelerin hırsını herkesin ortasında beni bütün gün bloklayarak almıştı. yine de her daim gösterecek bir iki numaram olurdu. o parkeden boynu bükük ayrılmazdım. ergen bir erkeğin iç çekişmeleri için elini kuvvetlendirecek kozlarının olması, onu bekleyen hayatı için ona katkı sağlayan en önemli etkendir diye düşünüyorum. bizim yaşımızdaki çocukların öz güvenleri sokaktaki etkinliğine göre şekillenirdi. şimdiyi düşünmek bile istemiyorum.

dönüş yolu güzeldi. eğer yenilip de bir sonraki maç için hırs yapmadıysak yemeğe yetişmiş olurduk. herkes yemeğini yedikten sonra dipşar sitesi'nin çardağında buluşurduk. bir sokak altında oturuyor olsam da çocukluğum orada geçtiğinden ötürü siteye kendi mülkümmüş gibi girerdim. zaten sitenin çardağı açık ve herkesçe ulaşılabilir bir alandaydı ama ben yine de normal yürüyüş yolundan girer, site sakini gibi çardağa giderdim. çardağa giderken muhakkak iki liralık büyük tuzlu çekirdeklerden alırdım. baskete her gün gelen dört kişi muhakkak her gün çardağa da gelirdi. işte bu yüzden aramızdan birinin tatile gitmesi felaket olurdu. ben düzenimin bozulmasını seven bir insan olamadım hiç. deniz canlısından ötürü değil. şimdi dönüp düşündüğümde bir insanı dinlemenin ve onun derdini çözebileceğini düşünmenin ne kadar önemli olduğunu da orada öğrendiğimi anlıyorum. bir insanı gerçekten dinliyor ve yine gerçekten derdi için kafa yoruyorsan; ona yalnızca onu anladığını söylemen bile farklı bir tondan gidiyor. ben böyle duyguları sezdiğime inanıyorum. küçüklüğümden beri bazı şeyleri sezdiğime inanırım ve çoğunlukla sezdiğimi kanıtladığım şeyler aklımda kalır.

ben o çardakta yıllar boyunca öyle çok konuştum, öyle çok dert dinledim ve öyle çok sorun çözdüğüme inandım ki; otuz yaşıma girmeye yaklaştığım şu günlerde insanlardan soğumaya başladım. kadıköy şöhretler büfe'de kocaman masanın ortasına kırk tane hamburger koyduğumuz günlerde de aynı şeyi hissediyordum. telefon listemde babamdan iki kat fazla kişi varken salak bir ergen gururu yaşıyordum. bana sorarsan kadıköy'den bir kez geçmiş herkesi bir şekilde tanıyordum. yine de kaç adet insanla tanışırsam tanışayım onları muhakkak dinlemeyi ve dinlediğim şeyler hoşuma gitmediyse onları bu kadar fazla dinlememi gerektirecek ortamda bir daha bulunmamayı başarabildim. bir insan ilişkisi bu kadar basittir. kimseye mecbur değilsiniz, kimseye mahkum değilsiniz ve yaşamınızı sürdürebilmek için kimseye ihtiyacınız yok. ben de dahil. yetişkin bir insanın bunları bilmesi gerektiğini varsayarak insanları her an sorguluyorum. birisi anlattığım bir şeyin ortasında ağzını hareket ettirdiğinde anlatmayı planladığım diğer kısmı siliyorum. çünkü onun konusuna geçmemiz gerektiğini anladığım o malum anı yine hissediyorum. insanlar ve dünyanın seyrini değiştirecek konuları. bana anlatılsa detaylı bir incelemeyle çözüm haritası çıkarmaya çalışacağıma emin olduğum derdimi anlattığımda bir taksi şoförü inceliğinde verilen cevaplara karşı uzaklaşma hakkımı kullanıyorum. hiçbir zaman ikili ilişki veri tabanı tutan kişi olmadım. bundan ötürü de ilk kez takip etmeye başladığımda hayatımın şokunu yaşadım. gördüğün, doğruluğunu anladığın ve en nihayetinde hissettiğin her şeydir.

yaşadığımız, yaşıyor olduğumuz ve muhtemelen yaşıyor olacağımız yıllar benim istediğim yıllar değil bu kesin. insanlara geçmişte yaşadıkları için kızdığım günler adına utanıyorum. insan her hayal kırıklığında önce hayal kurmaya  başladığı yere gidiyor. ben geçmişte yaşayabilen bir adam olamadım ama her hayal kırıklığımın sebebini geçmişte bulmayı seviyorum. seviyorum çünkü gerçek olanı yaşadığım ve doğru olanı bildiğim için mutluyum. hala düşünebiliyorum ve doğru olanı unutmadım. en zor günlerde bile doğru olanı yapmaya çalıştığım için ve bundan ötürü herkese sinirlendiğim için mutluyum. sinir insanı diri tutuyor. bu da kesin. kendin olmak, deniz ürünlerine bağlı kalmamak ve yaşamak özet olarak böyle bir şey.

masadan kalkıyorum. dipşar sitesine uzağım. her gün olmasa da her çağırdığımda gelebilecek bir geçmişim var biliyorum. yine de rahatlatmıyor. bir iki gündür hissettiğim şeyden ötürü kendime çok kızıyorum. insanın kendini yenememesi ne korkunç. giydiğimde kendimi çok rahat hissettiğim yeşil montumu alıyorum. bir hışımla kendimi dışarıya atıyorum. en üst düğmesi hariç kapatıyorum. kapşonunu kafama geçirmiyorum ama arkamda durduğunu hissetmek hoşuma gidiyor. tam kendimi önemli biriymiş gibi hissedeceğim o anı yakalayacakken montumun altından sarkan iki tane ipi görüyorum. sinirleniyorum.

8 Mayıs 2020 Cuma

selimiye camii


askerdeyken çoğunlukla küçükken istediğim her şeyin çabucak olmasının cezasını çektiğimi düşünürdüm. büyük bir sabır testi ve sonucunda gelen gereksiz sakin anlar. zifiri karanlıkların içinde, komutanın bile unuttuğu kulübemde uzun uzun kitaplar okurdum. cezasını çekmek için hevesle hapishaneye girmiş, içindeki bütün muhasebeyi tamamlamış bir suçlu gibi hissederdim kendimi. bana daha fazla nöbet yazın. bana daha fazla nöbet yazın ve tüm bu insanlardan uzak olayım. bundan sonra da hayatımdaki hiçbir şey hızlı olmasın. kaşığı da yavaş alayım, topa da yavaş vurayım. sadece bazı geceler nefesimi kontrol edemezdim. o da mutlak kontrolün bende olmadığını hatırlatırdı, severdim.

çok sevdiğim bir filmi izlerken 'benim neden böyle periyodik alışkanlıklarım yok' diye üzülüp, kendime periyodik alışkanlıklar kazandırmaya çalıştığım zamanlar olmuştu. üstelik süt içmeyi de çok seviyordum. başaramamıştım. çünkü böyle şeyler senin isteğinle olmaz. tıpkı sürekli belirttiğim geriye dönüp bakma mevzusu gibi. bir şey olur ve sen onu olduktan sonra geriye dönüp baktığında fark edersin. iyiyse iyidir. askerde her nöbet sonrası bir şarkıyı dinleyerek uykuya dalardım. gece üç buçukta yatağa girmiş olsam da, sabah altı buçukta kalkacak olsam da beynim ve vücudum o şarkıyı dinleyecek gücü tam altı ay boyunca buldu. ben bunu askerden çıktığım gün fark ettim. ailem arabada saatlerdir bekliyordu ve bunun makul bir sebebi vardı. gülümseyemedim. şimdi tekrar anımsadım.

zifiri karanlık gecelerde sol cebime attığım, izmit'in şahsım adına en değerli pasajından alınmış, kare şeklinde bir radyom vardı. şıklığa nazire yaparcasına tasalarnmış parkanın -ki kendisinin içine üç yüz sayfalık bir kitap sığardı- verdiği avantajı kullanarak cebimden çıkan kulaklığı vücudumun hiçbir yerinde gözükmeyecek şekilde kolumdan sokardım. ve kulaklığın ucu uzun bir yolculuk sonrasında parmaklarıma gelirdi. derince'nin da vinci'si gibi hissederdim kendimi. dört ay boyunca bu sistemimi kullandım. bir kere de yakalanmadım. sevdiğim bir şarkı çıkınca kitap okumayı bırakıyor, elimi kulağıma götürüyor, maksimum beş dakika elim kulağımda duruyor ve okumaya devam ediyordum. benim saatlerim bu küçük buluş sayesinde dönmeye devam etti.

iş bu radyoyu da botluğa saklardım. mantarlı terliklerin arasından süzülüp radyoyu aldığım sıradan bir gün arkadan bir ses duydum. döndüm ve korkulacak bir şey olmadığını anlayarak rahatladım. ''ne arıyorsun lan burda?'' dedim. askerde aranızdaki samimiyete güvenmek zorundasınızdır. onu ömrünüz boyunca özleyeceğinizi bilmeyerek. ''abi şu senin radyoyu bana versene be''' dedi. ''bunun için mi izledin beni? beş liraya izmit'in en iyi pasajında satılıyor'' diyemedim. ''al kardeşim. on ay boyunca beni hatırlaman kaydıyla sana bunu veriyorum.'' dedim. hem onun beni hatırlamasının hiç umrumda olmadığını bilerek, hem kapıdan çıktığım gün bir daha onu hatırlamamın imkan dahilinde bile olmadığını düşünerek söyledim bunu. askerlik böyle bir yer. o gün sorsalar o adamı nikahıma çağırırdım.

gülümseyemedim demiştim. çıkmadan önceki gece derince semalarında, askeri talim yapılmıyorken bir kurşun sesi duyuldu. o gün derince'ye bir daha gelmesi mümkün olamayacak sayıda çok yetkili geldi. derince de bir gün ünlü oldu yani. ben çok sevdiğim hyundai arabamıza binebilmek için yaklaşık üç saat bekledim. keşke canın sağ olsun diyebilseydim diye düşündüm. hayat ne garip değil mi? bir insan askerde radyosu olmasına rağmen kafasına mermi sıkabiliyor. bir insan kafasına mermi sıkmadan hemen önce beni facebook'tan eklemiş olabiliyor. kapıdan çıktığım gün, bir daha onu hatırlamamın imkan dahilinde olduğunu öğreniyorum. gülümseyemiyorum.

kendimi hyundai arabamıza atıyorum. bana dokuz yaşımdan beri verdiği mutluluğu arıyorum. beni bilgisayarımın başından uzun süreler kaldıracak, beni 'sen kimin oğlusun?' sorularına binlerce kere maruz bırakacak yerlere taşıyacak, beni şavşat dağı'na çıkartacak, beni tunceli yol ayrımından geçirecek bu lanet arabayı çok seviyorum. araba objesini, gitmeyi, yolları çok seviyorum. konuşmadan gitmeyi çok seviyorum. belki ilgisiz oluyorum. belki sıradan bile oluyorumdur. abbas'ın da filmlerini bu yüzden mi seviyorum? arabam var kalıbını duyunca o yüzden mi çok tanıdık gelmişti? güzel yazılar yazdığım, en azından kendimi öyle inandırdığım ve çok derin hissettiğim zamanlardı. mühendisliği bırakıp edebiyat okumaya karar vermiştim. güzeldi. kendimi yapabileceğime inandırmam bile güzeldi. bir kitabın ön sözünde bütün hayallerimi bıraktım. öylece kaldı. şimdi sadece deniyorum.

tam kendi hayat muhasebeme dalmışken bu yazıyı arabadan tutarak selimiye cami'ne bağlıyordum. istesem yine yaparım ama istemiyorum. o gün ne kadar büyülü bir ses duyduğumu, oraya nasıl gittiğimi, kiminle gittiğimi ve giderken nasıl yollardan geçtiğimi öyle güzel yazardım ki yazmıyorum. huzura nasıl erdiğimi, her rahatlamak istediğimde o sesi hayal ettiğimi, ilk ve son kez nasıl namaz kıldığımı, içimde durmayan savaşları ve ismet özel'i size yazmıyorum. belki bir gün.

işte size yazmadığım o harika yoldan geçiyoruz, kenarda ay çekirdeklerini görüyorum. yine. arabadan inmek istiyorum, iniyoruz. keşke annem, babam beni bu kadar sevmese diyorum. keşke.