8 Mayıs 2020 Cuma

selimiye camii


askerdeyken çoğunlukla küçükken istediğim her şeyin çabucak olmasının cezasını çektiğimi düşünürdüm. büyük bir sabır testi ve sonucunda gelen gereksiz sakin anlar. zifiri karanlıkların içinde, komutanın bile unuttuğu kulübemde uzun uzun kitaplar okurdum. cezasını çekmek için hevesle hapishaneye girmiş, içindeki bütün muhasebeyi tamamlamış bir suçlu gibi hissederdim kendimi. bana daha fazla nöbet yazın. bana daha fazla nöbet yazın ve tüm bu insanlardan uzak olayım. bundan sonra da hayatımdaki hiçbir şey hızlı olmasın. kaşığı da yavaş alayım, topa da yavaş vurayım. sadece bazı geceler nefesimi kontrol edemezdim. o da mutlak kontrolün bende olmadığını hatırlatırdı, severdim.

çok sevdiğim bir filmi izlerken 'benim neden böyle periyodik alışkanlıklarım yok' diye üzülüp, kendime periyodik alışkanlıklar kazandırmaya çalıştığım zamanlar olmuştu. üstelik süt içmeyi de çok seviyordum. başaramamıştım. çünkü böyle şeyler senin isteğinle olmaz. tıpkı sürekli belirttiğim geriye dönüp bakma mevzusu gibi. bir şey olur ve sen onu olduktan sonra geriye dönüp baktığında fark edersin. iyiyse iyidir. askerde her nöbet sonrası bir şarkıyı dinleyerek uykuya dalardım. gece üç buçukta yatağa girmiş olsam da, sabah altı buçukta kalkacak olsam da beynim ve vücudum o şarkıyı dinleyecek gücü tam altı ay boyunca buldu. ben bunu askerden çıktığım gün fark ettim. ailem arabada saatlerdir bekliyordu ve bunun makul bir sebebi vardı. gülümseyemedim. şimdi tekrar anımsadım.

zifiri karanlık gecelerde sol cebime attığım, izmit'in şahsım adına en değerli pasajından alınmış, kare şeklinde bir radyom vardı. şıklığa nazire yaparcasına tasalarnmış parkanın -ki kendisinin içine üç yüz sayfalık bir kitap sığardı- verdiği avantajı kullanarak cebimden çıkan kulaklığı vücudumun hiçbir yerinde gözükmeyecek şekilde kolumdan sokardım. ve kulaklığın ucu uzun bir yolculuk sonrasında parmaklarıma gelirdi. derince'nin da vinci'si gibi hissederdim kendimi. dört ay boyunca bu sistemimi kullandım. bir kere de yakalanmadım. sevdiğim bir şarkı çıkınca kitap okumayı bırakıyor, elimi kulağıma götürüyor, maksimum beş dakika elim kulağımda duruyor ve okumaya devam ediyordum. benim saatlerim bu küçük buluş sayesinde dönmeye devam etti.

iş bu radyoyu da botluğa saklardım. mantarlı terliklerin arasından süzülüp radyoyu aldığım sıradan bir gün arkadan bir ses duydum. döndüm ve korkulacak bir şey olmadığını anlayarak rahatladım. ''ne arıyorsun lan burda?'' dedim. askerde aranızdaki samimiyete güvenmek zorundasınızdır. onu ömrünüz boyunca özleyeceğinizi bilmeyerek. ''abi şu senin radyoyu bana versene be''' dedi. ''bunun için mi izledin beni? beş liraya izmit'in en iyi pasajında satılıyor'' diyemedim. ''al kardeşim. on ay boyunca beni hatırlaman kaydıyla sana bunu veriyorum.'' dedim. hem onun beni hatırlamasının hiç umrumda olmadığını bilerek, hem kapıdan çıktığım gün bir daha onu hatırlamamın imkan dahilinde bile olmadığını düşünerek söyledim bunu. askerlik böyle bir yer. o gün sorsalar o adamı nikahıma çağırırdım.

gülümseyemedim demiştim. çıkmadan önceki gece derince semalarında, askeri talim yapılmıyorken bir kurşun sesi duyuldu. o gün derince'ye bir daha gelmesi mümkün olamayacak sayıda çok yetkili geldi. derince de bir gün ünlü oldu yani. ben çok sevdiğim hyundai arabamıza binebilmek için yaklaşık üç saat bekledim. keşke canın sağ olsun diyebilseydim diye düşündüm. hayat ne garip değil mi? bir insan askerde radyosu olmasına rağmen kafasına mermi sıkabiliyor. bir insan kafasına mermi sıkmadan hemen önce beni facebook'tan eklemiş olabiliyor. kapıdan çıktığım gün, bir daha onu hatırlamamın imkan dahilinde olduğunu öğreniyorum. gülümseyemiyorum.

kendimi hyundai arabamıza atıyorum. bana dokuz yaşımdan beri verdiği mutluluğu arıyorum. beni bilgisayarımın başından uzun süreler kaldıracak, beni 'sen kimin oğlusun?' sorularına binlerce kere maruz bırakacak yerlere taşıyacak, beni şavşat dağı'na çıkartacak, beni tunceli yol ayrımından geçirecek bu lanet arabayı çok seviyorum. araba objesini, gitmeyi, yolları çok seviyorum. konuşmadan gitmeyi çok seviyorum. belki ilgisiz oluyorum. belki sıradan bile oluyorumdur. abbas'ın da filmlerini bu yüzden mi seviyorum? arabam var kalıbını duyunca o yüzden mi çok tanıdık gelmişti? güzel yazılar yazdığım, en azından kendimi öyle inandırdığım ve çok derin hissettiğim zamanlardı. mühendisliği bırakıp edebiyat okumaya karar vermiştim. güzeldi. kendimi yapabileceğime inandırmam bile güzeldi. bir kitabın ön sözünde bütün hayallerimi bıraktım. öylece kaldı. şimdi sadece deniyorum.

tam kendi hayat muhasebeme dalmışken bu yazıyı arabadan tutarak selimiye cami'ne bağlıyordum. istesem yine yaparım ama istemiyorum. o gün ne kadar büyülü bir ses duyduğumu, oraya nasıl gittiğimi, kiminle gittiğimi ve giderken nasıl yollardan geçtiğimi öyle güzel yazardım ki yazmıyorum. huzura nasıl erdiğimi, her rahatlamak istediğimde o sesi hayal ettiğimi, ilk ve son kez nasıl namaz kıldığımı, içimde durmayan savaşları ve ismet özel'i size yazmıyorum. belki bir gün.

işte size yazmadığım o harika yoldan geçiyoruz, kenarda ay çekirdeklerini görüyorum. yine. arabadan inmek istiyorum, iniyoruz. keşke annem, babam beni bu kadar sevmese diyorum. keşke.

2 yorum:

Hayal Kahvem dedi ki...

Merhaba Eren,
Ne hoş yazılar. Çok sevdim. Niye acaba senede bir iki yazı?

Meraklı biriyim:)

Eren dedi ki...

merhaba, teşekkür ederim. vallahi ne zaman gelirse, özel bir sebebi yok.