20 Ocak 2019 Pazar

sakarya üzerine söylenmemiş her şey



gözümü açtığımda donatım tarafından giden kampüs minibüsündeydim. yanımda babam vardı. tıpkı 100 kontör kaybettiğim ilk lise kaydı günü gibi. 'sen nasıl yaşayacaksın burda' düşüncesi her daim peşimdeydi ki bu düşüncenin çıkış noktası ben ya da başka birisi değil, babamın kendisidir. herhangi bir görüşte, herhangi bir kaygıya kapılabilmesi için sizin salak olmanıza gerek yok. orada ilk kez yalnız kalacağımı düşündüm. farklı şehir, farklı insanlar, farklı bir minibüs ve içeriğini hiç bilmediğim bir bölümde okumak için gidilmiş bir üniversite. makine mi yapacağım, makineye mi bakacağım, makine mi çizeceğim, makine mi sökeceğim yoksa makinelerle mi konuşacağım mezun olduğum gün iş ararken öğrendim.

2009 yılında burnumdan ameliyat olduğumda, acıbadem hastanesinin yataklı bir odasında sakarya ruyam başladı. bana o haberi veren lise arkadaşımı, babamın tercihinin tutmasını ve narkozun etkisiyle sarhoş olduğum anı hiç unutmuyorum. ve o minibüste hissettiğim yalnızlık hissini. bir benzerini askeriyeye girerken hissetmiştim. hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir yalnızlık. işte şimdi yirmi dokuza girmek için beklerken bile, hiç bilgim olmadığı bir ortama girerken önce test ederim. hiçbir zaman denize birden atlayabilen bir adam olmadım. işleyişin içinde gergin olduğum da nadirdir ama o ilk an hep çok gerginim. ilgili konu ilerlerken takındığım sakin tavrı görenler herhangi bir yere ışık hızıyla alışabildiğimi sansa da, konunun girişi beni ziyadesiyle yormuştur. yoruyor da.

ve onca zaman sakarya'da geçirilmiş bir ömür. evet ömür. benim hayatımın özeti o şehirde saklı. yurt odasında otururken açmaya karar verdiğim bu site, ilk kez hikaye okuduğumda oluşan 'yeni birisini okumaktan ziyade, ben yeni birisini yazayım' düşüncesinin somutlaştırılmış haliydi. bazı şeyler için yıllarce beklersin. her şeyin bir hikayesi var. blogun altı, üstü, yanı hepsi benim. ben olduğumu ilk kez sakarya'da hissetmişim yani. ufak, kot pantolon deseninde bir defterim vardı. eşek gibi güldüğüm bir an onu açıp ''daha az gül, daha çok oku, daha az ye'' yazmıştım. kendimle ilk hesaplaşmalarım da o günlere dayanır. sonra marul gibi gezdiğim bir dönem oldu, iyi basketbol oynuyordum. sırtım dönükken bacak arasından attığım bir pas vardı, o turnikeyi bitiren çocuk ile aynı fabrikada bir sürü sene sonra aynı şey için uğraştım. hala daha kendine gereksiz güvendiğini gördüm, bazı şeyler hiç değişmiyor. benim beynimin hatırladığı şeyleri sırasıyla bilseniz bana deli dersiniz. kısmen de öyleyim. mesela tam o sıralarda, beyaz bir manzara hayal ederken bir blog daha okumuştum. sakarya'da okumuştum. ayıp olarak adlandırılabilecek şeyler merak edip, kafamdaki tüm soruları ceketimin cebime koymuştum. merakımı da. kısa eren tolga onur tarihinde malum kişinin önüne geçemediği tek duygu sorgulamak oldu. doğal olarak merak da. ve bu yoğun dürtü bir cepte dururken ben bir sürü yol geçtim. babama yalanlar söyledim, iki sene boyunca sadece bilgisayar oynadım. yine de yaptığım her işi iyi yaptım. iyi oyun oynadım yani. sonra babamdan kilometrelerce öteden dayak yedim. ellerini kullanmadı bile. işte o gün kaldırdım kafamı ilk kez. eren dedim, şimdi başlıyorsun yaşamaya. elinde hepsinin toplamı 1'e yaklaşmaya bile yetmeyecek bir sürü yıkık şey var. bitirmen gereken bir iş var ve her şeyden öte mahçupsun. bir insanı en çok kamçılayan duygu utanç sanırım. utana utana, hiç sıkılmadan dönem başına on bir, on iki ders verdim. sessiz sakin verdim. sadece yazmaya çalışıyor ve ne görürsem telefoun not defterine not ediyordum. beyaz manzaraya karşı yazıyordum belki de. birisi benim yazmamı bekliyormuş gibi yazıyordum. öylece konuşuyordum yani. tüm sıkkınlığımı ,tüm bıkkınlığımı akıtıyordum hangi beyazlığı bulursam. bir gün sıkıntıdan teravih'e gittim mesela. kendimi rahatlatmanın bildiğim daha makul bir yolu yoktu. içime ağlaya ağlaya dua ettim bu sıkıntı gitsin diye. hiçbir şey bitmiyordu o dönemler. neye başlasam dağ gibi geliyordu bana. adım atmak bile zulüm. sonra çok büyük bir adım attım. babamdan ancak o zaman özür diledim. ve oradan kalkan son trene binerken sakarya'ya tarihiminde bilmem kaçıncı kez lanet ettim.

pendik'in toprağını yalnızca iki kez öpmek istemiştim. birinicisi burada.ikincisi ikinci kez yalnızlık hissettiğim yerin dönüşünde. sonrasına alıştık. yani demem o ki sakarya benim için her şeye rağmen biraz yalnızlık demekti. biraz korku demekti -ki bunu ikinci kez gitmek zorunda kaldığımda anladım ve ilk kez bugün itiraf ediyorum.- ve her seferinde ayrı bilinmezlik. bir şehir istanbul'a bu kadar yakın ve bir bu kadar da uzak olmayı nasıl başarıyor?

ben o sırada yine ne yaptığımı bilmeden birçok şey yaptım. her insan yapar. ne yapacağımı bilmeden bir işe başladım mesela. insanlar benim için türlü roller çizdiler. onların yapmak isteyip de ne hikmetse yapamadığı bir sürü şeyi yapmaya çalıştım. yine iyi yapmaya çalıştım. sonra bir gün yine babama sinirlenip hayatımın en pahalı harcamasını yaptım ve kendimle gurur duydum. şimdi o televizyonu bir hayalinin objesi olarak kullanıyorsun. ve gün geldi, cebimi yokladım. doğru zaman budur. doğru zaman senin sonradan düşündüğünde doğru zamanmış diyebildiğin zamandır. onu da geçen yıllarda anladım. bir yıkık toprağa gidip naber diye sordum. açacağı varmış, bir çiçek açtı. insan böyle zamanlarda kendini çok güçlü hisseder. izin verseler her şeyini alır da oraya bir bahçe inşa eder. yine de böyle mucizevi hikayelerde kahramanın sabretmesi gereken bir kısım vardır, ben oraya takıldım. beklemek bir insandan istenebilecek en acımasızca şeydir. bekledim. bazen doğru olan şeyler acımasızlıkla beslenmek zorundadır. ve bir toprağa naber diye sora sora bir bahçe oluşturamayacağımı öğrendim. gücün her şeye yetmez, yetmemeli. çünkü evrendeki en basit bir 'şey'in bile oluşması o kadar çok şeye bağlı ki, senin ufak bir mucize olarak adlandırdığın şey o kocaman mucizenin başlangıcı için basit bir adım olarak kalabiliyor. iş bu noktada sen ne kadar aciz olduğunu bilmelisin ve yalnızca doğru olduğunu bildiğini, iyi yapmaya çalıştığını yapmalısın. şu an bunu söylemek çok kolay ve ben bunları kendime not ediyorum.

ve ben gözümü bir kez daha açtığımda hayalimdeki arabanın içerisinde yoğun bir yağmur yağıyordu. o rahatlatıcı ses, tüm hüznüyle sakarya'ya tekrar dönmem gerektiğini söylediğinde tereddüt etmedim. inandığım şeylerin getirilerine boyun eğmekten garip bir zevk alıyorum. inandığım şeylere inanmayı seviyorum. inanmak bir insanın sahip olabileceği en rahatlatıcı duygudur bence. o'na da öylece inandım. tüm yalnızlığım, tüm bitkinliğime geri dönüş yolu da işte tam olarak böyle başladı.

benim gibi insanlar aradığında şükredecek bir sürü şey buluyor. bakış açımı bir çoğunuz ayıplarsınız ama önemli olan, en nihayetinde benim ne hissettiğim değil mi? ben hepinizin hislerini önemsiyorum. lanetler ettiğim yerden ayrılırken bile arkasına dönüp bakmayı becerebilen bir kişi oldum ben. her şeyimi bir köşeye atsam, sadece buna sarılabilirim. ve benim yazmamı bekleyen beyaz sayfadaki hayalim. merakım ve şimdi eşitim. yine şükür ki senin yanında kendimi hep ama hep iyi parantezinde hissediyorum. kelimeleri hep sen koyuyorsun. insan, eş, arkadaş, yoldaş, yardımcı, destek. şimdi sen de her şeyi iyi ki parantezine al. benimle o ağacın karşısındaki dairede, belediyenin yalnızca bizim için açtığı ışıkta bekledin. soğanı karamelize etmeyi öğrettin. boyunluk örerken play station oynamanın keyfini tattırdın. dünyanın en az kullanılan garında hem de kar varken benimle yürüdün. doğum gününde ayaklarını sırılsıklam yapıp bana saatlerce söylendin. fırça parası fazla geldiği için kurstan ayrıldın. şehirdeki tiyatro izleyen on üç kişinin arasına ismimi yazdırdın. minibüsten arkaya bakarken vestel mağazasını gördün. dünyanın en güzel ekmek kadayıfını yedin. okulun bahçesine paralel olan, yaprakları her daim dökülebilen ağaçların oluştuduğu ve bence hiç kimsenin henüz güzelliğini saptamayadığı o yolda benimle yürüdün. sen her yolda benimle yürüdün ve şimdi dönüp baktığımda sakarya'yı da bana güzel yaptın. itiraf etmek gerekir ki biz sakarya'yı sevmiş bulunduk.

şimdi önce senin, sonra sakarya'nın ve en eskide benim kararlarımı almamı sağlayanların, ve her daim inandığımızın açtığı yola girmiş bulunuyoruz. çoğul yazabilmek ne güzel. ben kapımı kapattığımı umuyorum. sen de kapını açacaksın, gücün yetmeyecek ve ben de o kapıyı tutacağım. gerçekten tutacağımı hissettiğini bilmek benim için yeterli.

tıpkı o gün mısır ekmeği aldığımız dayı'yı bayağı geçtikten sonra dönüp o kutuya para attığımızda konuştuğumuz gibi; illa ki bir yerde çoğu şey güzel olacak. biz ne yaparsak iyi yapmaya çalışıyoruz ya, o bir yerde sen çok sıkılırken iyi oluyor. olacak da.

biz hayal ediyoruz, tamamen aynısı olmuyor ki hayal kelimesinin kullanımına devam edilebilmesi için -sen de takdir edersin ki- bunun böyle olması gerekiyor. işte yunanistan'ın göbeğine gidemiyoruz da sınırına giriyoruz. işte 2015 yılına değil de 2019 yılına tarih alıyoruz. işte hep bir şekilde kafamızı kaldırıyoruz. japonya'dan gelen telefonunla, bizim seninle hep gördüğümüz yerin fotoğrafını çekiyorsun. bana sorarsan mutluyuz.

ve ben bu yazıyı yazmaya son kez sakarya'ya giderken karar veriyorum. benden hep ''eren iyi yazar'' diye bahsetmeni istiyorum. sen öyle düşünsen yeter.

şarkı da bu. geriye kalan tüm zamanlar için: https://www.youtube.com/watch?v=dT_Kv5Znsqk