15 Kasım 2015 Pazar

Bir


''Yürü boyuna serine''

Gecenin bir vakti, saati bende kalsın. Karşımdaki cama yansıyan iki ışık, başkası yok. Nerede olduğumu bir ben biliyorum. Elimde bir yasaklı. Yargıladığım her şeyin bir gün elimde olmasını sorgulamıyorum. Üşümek de önemli değil. Önemli olan yine aynı şarkının çalması. Bugün iki sene önce bıraktığım yerdeyim. Yanımda olanlar aynı, bir iki yanlış sadece şehirleri değiştiriyor, ki ben kaderi sorgulamayı çoktan bıraktım. 

İki sene önce, yine aynı şeyi kazımıştım beynime. Kimsenin bilmediği bu şarkıyı bana ilk kim dinletmişti? Kimsenin bilmediği o kitabı bana ilk kim vermişti? Ve kimsenin bilmediği bir erkek çocuğu neden hiç sevmediği bir insan için ilk kez bir kağıt eskitmişti? Bir insan neden yazı yazmaya başlar tadında iddialı bir konuya değinmeyi ilk önce kim akıl etmişti? Tolstoy ''İnsan ne ile yaşar?'' ın cevabını ölmeden önce almış mıydı? 

Sonuçlarını tam olarak alamadığım ama alacağıma dair belli bir hevesi de bulamadığım tek şeyime tekrar sarılmanın gizli gururunu yaşıyorum bencilce. Aklıma sorular soruyorum ve cevaplarını yalnız ben alıyorum. Ceketimi asıp, gömleğimi dışarı çıkartmanın cezasını mı çekiyorum? Süveter giymeyi sevmemenin mi? Yahut beyaz gömleğin içerisine kısa kollu atlet giymeme konusunda annemi ezdiğim anın mı belası bu? Bak ne güzel çalışıyor isteyince meret. Ne güzel de unutmuyor hiçbir şeyi.  

''Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın''

Şarkı aynı evet, utanmadan da bir dize daha okuyorum. Çünkü hep bahsettiğim ''bir adım daha atsak?'' çelişkisi içerisinde yaşıyorum. Yaşamayı sorgulamayı da çoktan bıraktım. Kaç yaşımda olduğumun önemi yok. Babamın bu yaşlarda benim için minibüs kaçırmasının önemi yok. Annemin bir gecede on yaş yaşlanması önemli değil. Sanki hiç doğmamış da, yok olmamış gibi tekrar bir kardeş isteyebilecek kadar gevşek bir adamın, dört duvar içerisinde gülmeye utanmasını sağlayan şeylerin suçu yok. Ki ben Ceren'in adını Casio saatimin dönen yazısına kazımıştım. Arkadaşımda o saatin kumandalı olanı vardı, babamdan onu istemeye de utanmıştım. Öylece istiyordum sadece bir harf daha eklenmesini adıma. Beraber damağımızı yardık, on yaşında insanlarla dalga geçmeyi öğrendik de gülmeyi unuttuk. Sadece ''büyüdük işte, ondan'' diyorum. Oğlum böyle olmamalı diyorum bir de. Daima oğlumun olacağına inanıyorum. Çok mu yaşlanmayı düşünüyoruz? Hayattaki ilk hedefim bu. İletişimini kaybetmemeli. Çok mu sevmemeli? Bunu bir baba oğluna öğütleyemez, Belki evinden temelli uzaklaştığı merasimden yalnızca bir saat önce. Eğer olacağı varsa. Hiç söylenemeyecek şeylerin söylenip; gururla karışık, daimi hüzünlü, bildiğini düşündüğü şeyleri anlatmaya yeltenebildiği, dokunsan donacakmış gibi duran çocuğuna son kez içten sarılmasının çok az öncesi, çok çok az önce. Bağırmayacağını, onun da tıpkı senin gibi olduğunu bilerek. Tıpkı askeriye girerkenki gibi. Öyle bilinmez, öyle kaybedecek hiçbir şeyi yokmuş gibi. Askeriyeye girmeden yirmi dakika önce yapılmış konuşma gibi. Düşünmeden yani. Bir ay hazırlanıp, her şeyi unutmak gibi. Cüzdanın içinde kalmış, ucu katlanmış, okumaya hala cesaret edemediğim ikişer sayfalık kitaplar gibi. Ne yazdığımı hatırlıyorum. Ne yazdığını unutmuyorum. Belki de askerliği bu yüzden bazen iyi hatırlıyorum. Bunu da ben hiçbir zaman söyleyemem. 

Kedi gibi kuyruğumu kovalıyorum. Keşke kedi olsaydım diyecek kadar alçalmadım bugün ama insan bazen kuyruğunu kesecek kadar sinirleniyor bir şeylere. Tam tamına, Ağustos'un en lanet günlerine dönüyorum. Bir şeyleri bırakır gibi yapıp gittiğim güne. Kedinin çevresi sadece ama sadece otuz saniye, dört kere dönse iki dakika. Benim birisi neresinden baksan iki sene. Kaç kere döner ki insan? "Bunun bana kötü geleceğini düşünmüyorum. Görelim bakalım." diyerek gittiğim güne dönüyorum. Kör olmalı insan. Hiç unutmayacağım ve uzun süre her hatırladığımda girip bakacağım bir şifrenin ağırlığını yaşıyorum. Yazdığım her şey onun suçu. Yaptığım her şey benim. Gittiğim yer ağır değil, gittiğim şey ağır. 

''Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç''

O günden birkaç gün evvel geçtiğim benzinlikten geçerken düşündüm bunları. Ben bazı yerlerden tekrar  tekrar geçerek yaşamaya mecburum. Bunun ağırlığı sorgulanmıyordur inşallah. Şarkıyı benden başka kimsenin hatırlamadığına eminim. Kendimle ilgili gururlanacak şeyler bulmayı pek seviyorum. O şarkı çok ünlü oldu sonra. Unutuldu da. Yine de benim. O şarkının altında, kırklı yaşlardaki bir amcanın yorumunda gördüm bu dizeyi. Dalga geçmek için girmiştim, dünyam yamuldu. Hayat zaten beklendik şeyler olunca çekilmiyor. 

Bir numarayı, bir tarihi, bir dizeyi, bir şarkıyı, bir şifreyi, bazı söz öbeklerini ve yazarken neler hissettiğimi hiç unutmuyorum.

Bunca kedi, bunca 'yahut', bunca benim olmayan cümleleri görmemek için kör olmak lazım. Hakikaten kör olmak lazım. Bak, yıllar sonra yazdığım bir yazıyı beğendim. Kendimmişim gibi hissediyorum. Tesadüf yok, tevafuk; belki.

Bu da benim. 

21 Ekim 2015 Çarşamba

böyle iyi

güzel yazılar yazılabilecek dönemler, sonra silinebilecek dönemler. hep en başa dönüyorum. hafızamın kuvvetli olduğuna inanıyorum ama birçok şeyi unuttum. sadece başladığım noktayı unutamadım. çıt sesinin geldiği nokta. ve bir daha duyacağın ana kadar geçen süre. arası yok ama o ses var. herkesin bir çıt sesi var. işte asıl zaman o zaman başlıyor. arada geçen kısımda değil de orada. ve sonra bir tarafınla hep orayı bekliyorsun, geliyor ve devam ediyorsun. zaman bir nokta. arasını düşünürsen kafayı yersin. zamanı nokta olarak göreceksin yani. öyle derler.

ne mutlu ki devam ediyorsun. suçlu olan benim. anlamayan benim. bencil olan benim. sinirli olan bile benim. beş sene sonra daha sinirli olacaktım büyük ihtimalle. ben anne babasının söylediği ikinci şeye tahammülü kalmamış bir ahmağım yani. çok irdelemeye gerek yok. yine de bir karakter edinmişim kendime, ara sıra geçip aynaya bakıyorum. insan en çok kendi olamadığını düşündüğü zamanlar yalnız ama en çok yalnızken kendi ya, yazmıştım bir kenara. ve ben en çok yalnızken yazıyorum bir şeyler. çünkü yazı yazmak bir tek kendine yeteri kadar yazıldığı zaman değerli.

bazı dönemler anlaşıldım ve çoğu zamanlar yoruldum. bir insanın hayatı sürekli başladığı noktaya dönüyorsa da suçun muhattabı için çok uzağa gitmesine gerek yok. ben çok dönem kendim değilim çünkü gösterilmesi gereken hayatlarınıza tutunabilmek adına bolca uğraşıyorum. yine de aynı noktaya çıkıyorum. huzur arıyorsan eğer, başladığın noktaya gelmeye mahkumsun. gücünün gidişi ile ilgili.

kahraman olmak gerekti, kahraman değilsin. kahraman değilsin. başlangıç noktasında kahraman değilsin.

ve sadece yalnızken iyi yazı yazdığını düşünüyorsun. çünkü bencilsin. çünkü kendini tanımak iyi bir şey değildir derdi adını unuttuğum birisi. ve sen insanların adını, çamaşır makinalarını -ki bu kelimenin doğrusu makinedir-, müzik cdlerini unutsan da söylediklerini hiç unutmazsın. sen de söylediklerini unutmazsın. böyle yaşanır mı lan? bu da senin lanetin. mıy mıy yaşayacaksın işte. az miyavlayan kediler de çok düşünüyorlar bence. keşke kendimi ilk önce böyle tanıtsaydım. ben kedileri pek sevmem demekle yetinmişimdir. kendini tanımak iyi bir şey değildir. o sesi duyabilmek iyi bir şey değildir. şimdi kafanda döndürüp durabileceğin güzel bir şeylerin daha var.

kaç sene, ne yaşadığının, kime ne yaptığının, yaptığını sandığının ne önemi var? kocaman bir ekrana bakarken, gözünün kanlandığını, midenin bulandığını hissediyorsun. halsizlik de zaten hissizlik gibi bir şey. çok fazla konuşmak istemiyorum. bazen çok fazla konuşmak istemiyorum ve bana kimse neden konuşmuyorsun diye sormuyor.

böyle iyi.

1 Ekim 2015 Perşembe

Bugün Günlerden Güzellik

Sıradan -gözüken- bir naber'in altından istediğim etkiyi çıkartabilmek tadında uçuk hayallerim oldu hep benim. Kalıbına ve olağan şeylere hiçbir zaman için sığamayan bir adam olarak da normal algılanmayacak şeyler yapmış olabilirim. Bu 'çocuk gibi' durumunu da hiçbir zaman aşamadım zaten. Gereksiz heyecanlarım, heveslerim, tepkilerim, beklentilerim oldu, oluyor, olacak. Ne mutlu.

Adım atıyorum ben. Attım. Bir adım attım ve çoğu şey düzeldi.

Pencereden bakmayı öğreteceğim dediğim günler geliyor aklıma. Büyük konuşmayı ne kadar da çok seviyor insan? Ben daha ayrı seviyorum. Ben bunu biliyor muydum acaba? Şimdi de bunu soruyorum kendime. Yine de en güzeli birlikte öğrenmekmiş sanırım, görüyorum. Pencereyi açmak önemli, bakmak öğreniliyor.

Genel olarak çok fazla şey hakkında umut besleyen ama pek fazla şey elde edemeyen bir adam olarak sürdürdüm hayatımı. Birçok şeyi de merak ettim hep. Çok fazla merak ettim. Senin varlığını da ilk fark ettiğim günden itibaren merak etmiştim mesela. Hayatın bir köşesinde duran, bilmiyormuş gibi yaptığın olasılıklar. Evde dururken pencereden içeriye mucizeler girmeyeceğini öğrenmem gerektiğini düşündüğüm bir anda pencereyi açtım. Dışarıya bakmak için açtım yahut sen gel de bak diye açtım.

Kime ne?

Benim seni tanımam, neresinden bakarsan bak ''kime ne?'' ve ''geçiniz'' aslında. Dışarıdan nasıl gözüktüğünü umursamıyorum. Seni ilk bulduğumdaki harabeyi anımsıyorum. Yakın bir seviyede ama güvenli oluşumu anımsıyorum. Senin çok ciddi olduğunu anımsıyorum, benim dışarıdan gözüktüğüm ölçüde.

İlk kez güldüğündeki şaşkınlığımı anımsıyorum bir de. Atomu parçalamışım gibi hissetmiştim. En son böyle sekiz sayfa sınav kağıdı verdiğimde hissetmiştim.

''O kadar da ciddi değilmiş'' dedim ve bir o kadar ciddi şeyler düşündüm sonrasında. Yine de daima bir şey için çabaladım. O an takındığın ve bulunduğun yüz ifadesi bir daha öyle olmasın diye.

Sen de güldün.

Bazı kelimeler sadece bazı anlar kullanılsa dersin ya bazen, önceden de kullandığın ve sonrasında da kullanacağın için hafif bir kızgınlık da duyabilirsin kendine. Heh işte öyle.

''Güldün, güller açıldı penceremin demirlerinde. İyi ki geçtin dünyadan. Sahi, ya doğmasaydın?''

Sevmek her daim ufak bir korkudur. İyi ki doğmuşsun sen, iyi ki olmuşsun.

16 Eylül 2015 Çarşamba

İnanmak

İnanmak dürtüsü insan için mühim bir olgu. Zamanla zedelenebilir, zedelenmesine rağmen yeşerebilir. Ben bunun özelinde karakterleri yargılayacak değilim. Yine de beni gerçekten anladığını iddia eden bir insanın bana inanmasını beklerim. Bu kardeşim de olabilir, eşim de. İnsan bazen elinde olmadan bir şeyler bekliyor. Bu huyumdan kurtulamadım. Çünkü ben birisi yoğurdun siyah olduğunu iddia ettiğinde ve ben onun beyaz olduğunu kanıtladığımda bile, ''ben onu hep siyah görüyordum'' sebebine dahi inanırım. Çünkü bana yalan söylüyorsa kendi bilir. Belki de kolay olanı seçerim ve inanırım. Yaptığı bir ayıp varsa, söylediği bir yalan varsa, ortaya çıktığı zaman ceremesini çekmeyi göze alarak inanırım. Bunun için de az yalan söylemeye çalışırım. Tuvaleti bulmak istediğiniz gibi bırakın.

Bunlardan güç alarak; benim söylediklerime de inanılmasını isterim. Hayatta iki şeye tahammül edemiyorum çünkü ben. Birisi anlaşılmamak -ki bu sıkça başıma gelir-, diğeri de inanılmayıp, yargılanmak. Bunu da son zamanlarda kazandım, şükürler olsun. Ortada inanılması gereken bir gerçek varsa ben buna inanması için insanları zorlamam. Bir insana 'ben bunu yapmadım' diye yalvarmak karakterini ezmektir yani. Neresinden baksan da saçma. İnsanın bakış açısının değişmeyeceğine, kendisinin bir şeyleri idrak etmesi gerektiğine inanırım hep. Bu yüzden de bir şeyle yargılandığım zaman sadece bekliyorum. Bekliyorum çünkü birisi bunu biliyor ve sonucu gerektiği gibi olacak. Yine, ''ben'' böyle inanırım en azından. Bir şey söylüyorsam eğer, beyniniz ısrarla aksini söylüyorsa dahi bana inanmanızı beklerim. Beklerim yani. Çünkü bence ikili ilişkiler bunu gerektirir. Eşini bir ay evde bıraktığın zaman döndüğünde komşundan şüphelenmek gibi bir şey bu. Bunun da olasılığı elbet vardır ama dünyadaki her şey olasılıklardan ibarettir zaten. Her şey olabilir, aklınıza gelebilecek her şey. Tüm bu olasılıkların tek bir çıkış kapısı var işte; inanmak.

Ve bu inanmak denen şeyi sağlamak için konuşmak bana inanılmaz saçma geliyor ama konuşuyorum muhakkak. İnsanın bir davranış biçimi vardır. Bu sana ya güven verir, yahut her şeyi daha kötüye götürür. Ortası yok bunun. Birisine güvenebilmen için sana bir şeyler söylemesine gerek yok yani. Bir cümleyi on kere tekrar ettiğinde kimse durup da 'ulan on kez söyledi, belki de doğrudur' diye düşünmüyor ama sen yine de konuşuyorsun. Çünkü karakterin. Çünkü korkuların ve kaygıların. İnsanın hayatını çekip çeviren şey korkuları ve kaygıları aslında. Başka hiçbir şey değil. Dinin de, sevdiğin bir şeyin de temeli aidiyet ve korkuya dayanır. Dallanıp budaklanmalarını saymıyorum. Tüm bunların saçma olduğunu bilerek, ''Ne yapıyorum ulan ben? Nelerle uğraşıyorum?'' dediğin an her şeyin çözüleceğini bilerek konuşuyorsun hala daha. Onları sormuyorsun ama. Çünkü boktan karakterin. Oturup köşene çekilmen gereken yerde ortaya çıkan karakterin. Amaların, ısrarların. Hepsine güzel bir küfür hazırlayıp, derin bir nefes alacaksın sadece. Ve en yakın deniz manzarasına inip yaşamaya devam edeceksin. Çünkü insan bir şekilde devam eder. Tüm her şeye olan saygından, kıyamamandan ve inancından. Küfrü de etmeyeceksin. İçine de atman gerek çünkü.

Çünkü her şey aynı yere çıkıyor sonuçta di mi? Ama benim karakterim böyleye. Çıkış kapısı yahut aslolan geçiş. Beni ilgilendirmez. 'Ben buyum ve elimden gelen bu' insanı olamamanın belasını ömrün boyunca çektin, çekeceksin de. Hep 'bir adım daha atsam'ın olasılığını kovaladım çünkü. Şairi mi suçlasam bilemiyorum. Ve her seferinde bir adım daha attım. Bir adım daha atmasaydım düzelmeyecek olan şeyler de düzeldi bu sayede, bir adım daha atmasaydım daha da boka batmayacak olan şeyler de oldu. Muhakkak hayat böyle. Belki de beklesen de, bir adım atsan da elinde kalan şeyin sağlaması aynı olacaktı. İlkokulda bile sağlama yapmayı sevmezdim. Bulduğum sonucun doğru olduğuna inanarak büyüdüm ben. Bilemiyorum. Bilemediğim için de yaşıyorum.

Çok seviyor insanlar şunu denemeyi; ben buyum. Ben de buyum; gerizekalıyım, zaman zaman mutluyum.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Şafak: 8

İnsanın en bütün olduğunu hissettiğinden kendini uzak hissetmesi korkunç bir duygu. Yani su içsen bile ufak bir memnuniyetsizlik oluşuyor sanki. Sadece hissedenin anlayabileceği garip duygu. 

Ben sadece uyanalım ve yapmaya heveslendiğimiz ilk şey için zaman sayalım istiyorum. Hiçbir uzaklık tek noktanın ayrılmasıyla olmaz, onu da biliyoruz. Çalışmak insanları erteleyen ve her şeyi öldüren bir illet bunu da öğrendik. Biz ne zaman yaşayacağız? Akşam yemeğinden sonra. İşte tam da bu yüzden, karanlıkta bir gül açarken, şarkı çalarken dört nala sarılmak lazım. Aynı şairlere tutunmak, aklın zorladığı kötü olasılıklara inanmamak, en yakın konseri düşünmek, en lezzetli keki hayal etmek ve hediyelerini merak etmek lazım. 

Ben seninle her konuştuğumda yeni bir iş buluyorum. Bazen gözlerim doluyor. Sana beklediğinden daha fazla yazıyorum ama sadece ben biliyorum. Her şeyi halledebiliyorum ama. Önemli olan da bu. 

Bazen kendimi sana bile anlatamıyorum. İşte asıl eziyet o zaman başlıyor. Ben utanmayıp çarşambaya gün sayıyorum. 

Ne güzel demiş şair; 

"Çarpıştık bir kere. Olabilecek tüm planlarımsın."

30 Ağustos 2015 Pazar

Gibi

Şiirin bütünleştirici gücüne inanıyorum. Sana inanırım. Söz gelimi ben bir şeyi mahvetmişimdir ve tam o sırada sen çay içeceksindir. Öyle garip bir tesadüf, ki kendilerine inanmam. Bir şeyi bozan yapmayı da bilir elbet.

Diyelim ki üşenmedim, çayı ısıttım ve küçük olması niyetiyle alınan mumu yaktım. Pembe olması biraz çocuk ol diye. Kapına geldim, ellerimde çiçek yok. Isıtılmış kötü bir çay ama dinimizde niyet önemli.

Gidecek başka bir yerim olmadığını söylemiştim. Çayın da bitti bak üzülme.

Düşünsene, beni öp sonra doğur beni desem cidden yapabilirmişsin gibi olma olasılığını. Şu an sarılmış gibi.

Gibi.

28 Ağustos 2015 Cuma

Barbunya

Onca didişmenin üzerine gerginlikle beklerken "yarın ne yemek istersin?" sorusunu alabileceğiniz bir eşiniz olsun.

Olsun ki barbunya cevabını vererek her şeyi düzeltin. Işıldayan'ın kahramanı olmak da bana kalsın.

Ben barbunyayı çok severim bu arada ya. O yüzden de barbunyayı güzel yapan bir eş aldım. Afiyet olsun. Barbunya müthiş bir şey.

Şantiyede yangın merdivende yazıyorum bunları. Barbunya.

21 Ağustos 2015 Cuma

İyi, Sen?

Otobüste sahur yaptıktan sonra bir yazı yazmıştım. Şimdi ise daha konforlu bir yerde, altı saatlik yolculuğumu başlatmak için beklerken yazıyorum. Demin bu yazıyı yazabilmek adına yalan söyledim. Bu yazı için biraz erken kalktım, sabah twittera bile bakmadım. Bunların ne demek olduğunu anlarsın.

İnsan, hayatı sıradan ve düzgünken bile içinde bulunduğu anın ulaşabileceği güzel noktalardan birisi olduğunu düşünür. Ben şimdi, yalnızlıktan deli gibi korkan bir adam olarak, kendimi bayağı uzak hissederken yazıyorum bunları.

En kötü anında bile çıkar yolu bulmak girişimlerim olmuştu ama en kötü anımda bile o an için yine de güzel diyebildiğim olmamıştı. İnsan böyle bir zamanda anlar bence aslolanı. Çıkış mı lazım yoksa zaman mı? Yahut sadece hareket etmek mi?

Ben şimdi yalnızlıktan deli gibi korkan bir adam olarak, yalnızlığı değil de bir gün olmama korkusunu düşünüyorum. Anlıyorum seni, insan neden korkarmış asıl olarak anlıyorum. Bir korkumu yenmek için daha büyük bir korku olmalıymış anlıyorum. Yani artık pek yalnızlıktan korkmuyorum. Bu sabah ve benzer diğer tüm sabahlar daha iyi anlıyorum; hep söylediğim gibi hayat bir şekilde devam eder ama bu sabahların benzeri olmayan, Eylül sabahı gibi olan sabahlar gibi devam edemez. Senden ötesi yok ve ben başka bir yol aramıyorum. Yalın ayak, koşarak hep beklediğim yola korkmadan çıkıyorum. Evet sensizlik korkutucu, sen o yüzden bu kadar güzelsin.

Herkes olmayabilirdi bir kaç sene önceye kadar ama şimdi senin olmama olasılığın, annemi pazarda kaybettiğim güne götürüyor beni. Her çocuğun anlatırken güldüğü ama hala daha düşününce irkildiği bir anısı vardır. Bir yirmi sene sonra benzer bir anıya gülemem. Ben şu an yirmi beş yaşındayım.

Günümüze gelince; senin ve dolayısıyla benim hiç sevmediğm malum sıcakların ortasında beş saniyelik bir yağmur yağması benim malum şarkıyı hatırlamam için değil de neden? -Eren her şeye anlam yükleme- Yine de gözlerim dolu dolu oldu, pek iyi bir dönemden geçtiğim söylenemez.

Sonrasında gelen y harfi eksik şiir. Nereye mi gidilebilir? Her sinir harbinin bir saat sonrasına. Yani diğer pazara çıkışlarda etrafta insan olmasa bile annenin elini son kez tutuyormuşsun yahut bırakırsan ölecekmişsin gibi davrandığın ana gidilir.

Bu yazıyı Kartal, Maltepe ve trafikte yazdım. Aklımda hep dün attığım şarkı. Param olsaydı bugün sana çiçek alırdım. Hayatımda ikinci kez. Anlardın. Fakat Manisa'da kebap yemek daha güzel bir intihar şekli olarak geldi gözüme.

Günaydın.



13 Temmuz 2015 Pazartesi

Kek

Telefonumdan ilk kez yazı yazıyorum bloga ve ilk kez birisinin yaptığı kek ile sahurumu bir tekli koltukta yaptığım gecenin ertesinde yapıyorum bunu. İstersen ilk kez bir şeyler yapmak hala mümkün.

On üç yaşında tanışsaydık ayıp olurdu diye düşünüyorum. Yirmili yaşların başında da çok maldım ve çirkin. Hoş şu an da yanında sırıtıyor olabilirim ama senin açından bakınca ben bile idare ediyorum. Yani yaşamalıymışsın benden ziyade,  inanıyorsak bir şeylere muhakkak sebebi vardır.

Bir kek kokusunun özlemi yazdırdı bunları bana. Elime sinen deniz mavisinin kokusu olduğunu sen anla. Sabahlara kadar beyaz düşüncelerin kıyısında bilgece konuşmak bir tek sana yakışıyor. Benim geveze halim sen olmadığında. Sen benim dinginliğimsin anla. Aslında anlıyorsun da,  sadece kızgınken bu sana ilgisizlik gibi geliyor bazen. Kırgınlık da yakışıyor ne yalan söyleyeyim. Yani demem o ki;  kendini her daim yorgun hissetmiş bir adamın hasretini gidermesini anla.

Her sabah işe girebilmek için kimlik veriyorum. Bunun neden kimlik değil de ehliyet olduğunu anla. Her sabah aynı çocuk gülüşüne şükretmenin verdiği ağırlık, ya yetemezsem korkusu ve deniz mavisi. Anla.

Bu ramazan da ayrı not edilsin bir kenara. En fazla bir tane daha.

Kek güzeldi. Damla çikolatayı seveli bir sene oldu, kediyi de. Ya seni?

27 Haziran 2015 Cumartesi

I'ya #2

Sevgili I,

Yazarların sevdiği kadınlara yazdıkları mektupları ne kadar sevdiğini bildiğimden değil, içimden sana bir şeyler yazmak geldiğinden başlatmıştım bu köşeyi. Oradan buradan olmasın, sadece sana odaklansın diye. Zaten ben yazar değilim. Olmak isterdim ama değilim. Sen öyle olabileceğimi iddia edersin, ben yalnızca mutlu olurum. O zaman ben yazar olurum.

Malum mektuptan sonraki ilk buluşmamızda bakkala girdim. Yazılarımı ne kadar hevesli okuduğunu, henüz tanışmamışken bile karşıma geçip konuşmak istediğini söylerdin. Sırf bunun için bile yazar insan değil mi? Neyse, böyle dikkatli bir okuyucu ile karşı karşıya kaldığında afallıyor insan. Su almaya girdim, yine malum çelişkiye düştüm. Bir dakika sonra ''bakıyorum da çikolata almamışsın'' cümlesi duymamla birlikte, seni neden beklediğimi bir kez daha anladım. Herkes herkesi dinler I, fakat kimse kimseyi duymaz. Kimse kimseyi anlamaz. Sen beni duydun. Yazılarımı duydun.

Sana ilk konuşmamızda söylemiştim. Kendimi mühendis, öğrenci yahut eğitimci olarak görmüyorum. Ben bir tek yazı yazarken ve basketbol oynarken kendimi doğalmış gibi hissederim. Sanki gerçekten bunları yapmak için doğmuşum gibi. Sanki tamamen mutlu olabilmek için ara sıra da olsa bunları yapmam gerekiyormuş gibi yani. Ve yine sen beni tanımıyorken bile hayatta en çok değer verdiğim şey olan cümlelerimi çok seviyordun. Bu da tam olarak şuraya bağlanıyor; geçmişi olmayan hikayeler o kadar da ilgi çekmez. Biz aynı dükkanların önünden geçip, aynı hava şartlarına sövüp hiç yüz yüze gelmemişiz. Olabilir mi böyle bir şey? Olmaz. Hayatında gerçekleşen her olayın, bir noktaya ulaşabilmek ve onu tam anlamıyla kanıksayabilmek adına gerçekleştiğini düşündüğün anlar vardır. İşte o zaman geçmiş devreye girer. Geçmişin vardır ve bir şeylere sebep olmuştur. Bunu sindirmek zor olsa da vardır. İşte biraz da böyle düşünmeli insan. Şu an kışı düşününce üşümüyorsun ama zamanı gelince üşüyeceksin. Bunun gibi. İçindeyken kahrolduğun her şey, sana yeni bir kapı açmış gibi. Sonunda hiçbir şey olmamış ama hepsi bulundukları yerde kalmış gibi. Biz seninle aynı yerlerde doğmadık ama aynı yerlerde büyüdük. Kim bulduğundan ayrı kaldığı seneler için gönül rahatlığıyla şükredebilir ki? O yüzden olana sarılmalı insan. 

Yanımda bir adam çikolata yiyor. Sen olsaydın nasıl da ayıplayacağımızı düşünerek mutlu oluyorum. Aynı aile şartlarında büyüyüp, aynı şeylere isyan eden iki çocuğun bunlarla dalga geçmesi de ironik belki. İşte bu da sadece bizi ilgilendiriyor. Aynı şeylerle dalga geçemeyen insanlar nasıl yaşıyor I? Metro'daki kadının sesini duyunca aynı anda gülmeyen insanlar yahut dudaklarını burnunun bir milimetre altından boyayan kızları görünce dalga geçmeyen insanlar cidden nasıl yaşıyor? 

Adam kola da açtı. Çanım çok çekti.

Buluştuğumuz ilk gün etrafımızı hep köpekler sarmıştı hatırlıyor musun? Kahramanlıklardan falan bahsetmiştik. Ben o gün bir kaç ay önce bir köpek tarafından ısırıldığım için dua etmiştim. Sen bilmezsin. Bir şeyler daha yapmalıyım diye içim içimi yerken kaçar gibi eve gittiğim de olmuştu, yine onu da bilmezsin. Yaptırdığım kuduz aşısından mütevellit senin yanında çok kuul durmuştum. Her şeyin gerçekten de bir sebebi var mı I? Bir köpek ısırığı adamı kahraman yapar mı? Bilmem. Yine de korktuğunu bile bile sana aynı ada etrafında yedi tur attırabilmek de bir kahramanlıktır I. Bence böyle.

''Gözlerimi böyle büyütünce çok mu korkunç oluyorum?'' deyişinle hatırlayacağım hep seni. O an ilk kez bakabilmiştim çünkü. Sonra Yusuf'un sözü gelmişti aklıma. Yüz yüzeyken söylerim. Birazdan söylerim. Seninle bir yerde kesişebilmek olasılığı ne yüce? O an sadece ''yoo'' demiştim. O an çoğu şeyi söyleyememiştim. O an ''sanki bir adım daha atsak her şey düzelecek'' dizesi yürürlüğe girmişti. 

Gideceğin yeri ötelemen ve vapur. Denizi hep neden bu kadar sevdiğimi merak ederdim yahut mavi'yi. Şairlerin mavisini, denizlerin mavisini ve bu saplantıyı. Sormak anlatmaz, anladığında anlıyorsun. 

Ve sanki hiçbir sorumluluğumuz yokmuş gibi. Sanki her şey bir metrekarelik alan içerisinde olup bitiyormuş gibi olmuştu. Kendi dünyamızı, kendi dilimizi oluşturmuştuk.

İşte bende durumlar hala böyle I, senin bir metre çapında çözülemeyecek hiçbir sıkıntı yok bana. İşimi değiştirebilirim, tekrar okula gidebilirim, zengin olabilirim, ikimize birer kombine alabilirim, her hafta yanına gelebilirim, seninle iftar açabilirim, seninle hiç tanımadığın bir köye kahvaltıya gidebilirim.

Sence yapabilir miyim? 

Birinin vereceği cevapları bilmenin ne kadar güzel olduğundan bahsetmiştim sana. Yalnızca sen anla.



5 Haziran 2015 Cuma

I'ya #1

Sevgili I,

Nereden tutarsam tutayım, benim mutluluk tanımım Kadıköy'den geçiyor. Hayatımın en mutlu senelerini yaşadığım lise yıllarımla başladı bu. Buna rağmen, kimseye itiraf edemesem de -sana da- Kadıköy'ü en çok yalnız gezerken sevmiştim. Çünkü belirli bir yaşa kadar evinden çıkmamış bir çocuk için fazla büyük ve fazla hayaldi. Hayalin gerçeğe dönüşmesi evresinde oluşan hayal kırıklığını hiç yaşamadım orada. Gerçeği de hayali kadar güzeldi. Akabinde, gerçeği hayali kadar güzel hatta daha güzel bir olgu geldi ve artık Kadıköy'ü yalnız sevemez oldum. Elimdeki en büyük, en güzel şeyi bilerek, isteyerek paylaştım.

Hayattaki en büyük gurur kaynaklarımdan birisi Kadıköy'de doğmaktır benim. Seninle de ilk görüşmemizde bu ayrıntıyı paylaşmıştım. Hatırlarsın. Çünkü senin henüz yüzünü görmemişken bile elitlik ve aristokratlık üzerinden dönen konuşmalarımız olmuştu. Bunlardan ötürü müdür bilinmez, hep çok kuvvetli durdun dışarıdan gözüme. Var olduğun gibi olmaktan bahsediyorum yani. Hiçbir fırça, hiçbir kalem darbesine gerek duymadan var olmak. Tam olarak istediğim şekilde, çok önceden çizilmiş. Üzerine bir sürü hamle yapılmış ama anlamı hiç kaybolmamış. Ondandır bazen gıcıklığımı alıp rafa kaldırmam. Birisi görse tanıyamaz, olsun.

Bahse konu gıcıklığımı seninle henüz ilk görüşümde tanıştırmıştım. Aksi bir adam olmaktan korkar, günün sonunda hep onu olurum. Hele kafamda ufak bir soru işareti varsa, çekilmem. Sen neden çektin? Sana boş boş bakan bir adamı vapura binmeye teklif etmek hangi içsel dürtünün çıkarımıydı? Bunca sene boşuna gezmedik tesadüf yoktur diye. Bir yerde, bu dünyanın çarkı da bir kere fazla dönecek diye. Dünyanın çarkı ilk hamlesini, sana utanmadan bakabildiğim o meşhur anda yaptı. Bilirsin, liseden beri ilk tanıştığım insanlara uzunca bakamam. Birisine ''bilirsin'' ile başlayan cümleler kurabilmenin insan üzerinde rahatlatıcı, huzur verici etkisinden bahsetmiş miydim? Öğrenmiş oldun. İyi ki varsın yerine, iyi ki biliyorsun demeli belki de insan. İyi ki biliyorsun.

Kadıköy'e ilk gidişimizi hiçbir zaman unutmayacağım, burası bir köşede kalsın. Dört tarafı karalarla çevrili bir berrak su parçasını keşfetmeye çalışmak nasıl bir şeydir bilir misin? Zor. Merak, heves, korku, telaş hepsi bir arada. Yıllarca kafanda kurduğun objenin sana, sen sormadan bir şeyler anlatması? Bunu bilirsin. Bana bazen çok geveze olduğumu, bazen hiç konuşmadığımı söylersin. Yine de, çenemin bağının nasıl yok olduğunu bir ben bilirim. Sen bunca hayal kırıklığı arasında, hala daha farkında olmadan yetinememen ile güzelsin. Onca eskimiş, tamamen kış kokan hikayelerinle. Sallandığın o salıncak ile, geriye dönmeye yeltendiğin ama ileriye doğru gittiğin bisiklet sürme anın ile, büyüdüğün ev ve elinden hiç düşürmediğin çikolatan ile güzelsin. O yüzdendir ki her markete girdiğimde bir çikolata alasım gelir. Seninle su aldığımda bile, çikolata almadığım için üzülürüm. Sen bilmezsin. Aklıma tam bu sırada ''O gelince küsmeli: Neredeydin bunca zaman/ Niye sevmedin beni/ Küsecek kimsem yoktu/ demeli'' mısraları geldi. Benim aklıma çok alakasız zamanlarda acayip şeyler gelir. Bunu anlayacağını ve seviyor olduğunu bilmek ne hoş.

Bir de yanında cahil kalmalarımdan bahsetmesek olmaz. Binaların kubbelerini, kemerlerini anlatırkenki sanatkar ruhun; ufak bir çocuğa dönüşen ben. Sende aniden beliren anne şefkati. Gerizekalıya anlatır gibi anlattığın ayrıntıları unuttuğum için üzgünüm. Benim nasıl hevesli bir gerizekalı olduğumu bilirsin. Sana bir binaya düşen yük başına gerilim miktarını anlatamadığım için beni anlayamayacağından korkuyorum. Yine de sen genelde anlarsın. Ben ise bir aralar kendimi ''ben genel olarak anlamıyorum'' cümlesiyle anlatırdım. Şimdi seni anladığımı söylüyorsun. İnanıyorum. Yoğurt siyahtır dersen, oturup düşüneceğimi söylemiştim. Ciddiydim.

Genel olarak ciddi değilimdir, hiçbir şeyi de umursamam fakat senin ciddiyetin hayatın geriye kalan anlamı gibi. Benim çalışırken yahut yeni bir kişiyle tanışırkenki katılığım gibi bir ciddiyet değil. Benim ile ilgili olan her şeyin aslında özünde, senin tarafından, ciddi bir şeye dokunmasıyla alakalı bir durum bu. Yani benim gibi her şeye anlam yüklemek değil, aslında anlamı olmak. Benim hayat özetim budur. Yüklenmeye çalışılan anlamlardan sonra, yüklenmiş bir anlamın bulunmasının verdiği şaşkınlık.

Sen yoktun, ben bir söz vermiştim. Böyle bir şey hissedersem Kadıköy'deki o demire yaslanıp, kaçma pozisyonu alarak koşacaktım. Olmadı.

Fakat sana söz veriyorum; Kadıköy bizim. Hiç olmadığı kadar, başka kimsenin olamayacağı kadar Kadıköy bizim çünkü ben seni orada tanıdım. Sen de sanki yirmi küsür sene sonra tekrar Kadıköy'de doğdun.

Aynı yerde doğmuş olalım mı?


31 Mayıs 2015 Pazar

Paris'te Akşam Kahvesi

''Bir gül kopar, tüm çiçekler ezilir''

Böyle başladı benim hikayem. Her insanın hikayesinin bir başlangıcı var ve bunu muhakkak sonradan anlıyor. Bir sürü nokta koyuyor, bir sürü ünlem koyuyor ama içindeki o asıl gereken noktayı hiç kendisi koyamıyor. Cefası, sefası, sancısı hepsiyle birlikte bir gün anlıyor ve sonradan, makul bir zaman geçince ''benim hikayem burada başlamış, sonradan anladım'' diyebiliyor ancak.

Ben hikayemin başlamış olduğunu basit bir fışkiyenin önünden geçerken fark ettim. Eski zamanlardaki gibi, anneme bağırıp da sonra özür dilemişim ve o beni affetmiş gibi, annem ile hala daha umursamazca ve güler yüzle konuşabilirmişim gibi hissettiğim bir an anladım.

Beni okuyanlar bilir; bir gece pencereyi açık bırakmamla başladı benim hikayem. Fonda çalan bir iki şarkı ile başladı. Metroya girmemle başladı, vapurdaki o çocuğa bir değil de, iki lira vermem ile başladı. -mış gibi'yi atmam ile başladı ama ben fışkiyenin önünden geçerken fark ettim. Işıldayan'ı bırakınca fark ettim.

Sorgulamaktan bahsederim hep. Hayatın getirdiği şeylere ''buymuş bahtıma düşen'' şeklinde bakamam. Olanları bir yere bağlayıp neden çıkartmak hayatta başarabildiğim nadir şeylerden birisidir. Bu yüzdendir ki uzun dönemler kötü bir insan olduğumu düşündüm. Mörfi, karma, kader her ne ise payıma düşen hiçbir şekilde düzgün işlemedi yani. İki, üç aylık suni mutluluk aralıklarım oldu ve sonrasında gelen uzun uzadıya bunalımlar. Ben şükretmeyi çok severim. İnsana elinde gerçekten de bir şeyler varmış hissi verir çünkü. Diğer türlü çıldırırsın. Yine de her mutluluğumun arkasında ufak bir soru işareti bırakma gereksinimi hissettim. On sekiz yaşımda, kendi kanımdan olan birisine, tüm ailenin önünde fırçayı basıp, yaptığı tüm şeyleri söyleyerek türk örf ve adetlerini delmişliğim de vardır ama ikili ilişkilerde doğal olmayı başaramadım hiç. Çünkü ben aklım erdiğinden beri yalnızlıktan korkan bir adam oldum. Vakti zamanında, Atatürk'ün de yalnızlıktan korktuğunu öğrenip gururlanmışlığım bile vardır. Sonuç olarak Atatürk'ün yalnız öldüğünü de aklım ermeye başlayınca öğrendim. Bunu bile bir yere bağlamış olabilirim. O derece hastalıklı bir kafam var. Her neyse, ne diyorduk? Doğal olmayı başaramadım. Ben nerede bir çift umut gördümse tuttum onu ''ulan belki de budur benim huzur noktam''a bağladım. İnsana her şeyin ''önceleri'' hoş gelir. Sonrasında da olayların oyun hamuru olmadığını anlarsın. Ne varsa elimde, bir şekilde istediğime dönüştürebileceğime olan inancım da uzun bir süre öncesine kadar devam ediyordu. Babam hep söyler, başıma ne gelirse bu gereksiz özgüvenimden gelir diye. Yani benim hayatım kahraman olmaya çalışmakla geçti. Bunu kendimin yapamayacağını eski evimizin yokuşunda, taksi durağının önünde anladım. Bütün dünya beni izliyordu.

Yirmi yaşını geçmiş ve çağımızda yaşayan ortalama bir genç kesin olarak büyük bir boşluğa düşüyor. Dünyanın etrafında döndüğü, yaşamsal faaliyetleri hariç etrafında olan hiçbir şeyin umrunda olmadığı ama ufak ama büyük bir dönem yaşıyor. Benim de etrafımda adam ölse, elimi uzatma eylemini beynime gönderemeyeceğim dönemlerim oldu. Gerçek olanın bu olduğunu da o zaman anlıyorsunuz işte. O adamın ölmesi senin için önemli değilse, elini de uzatmaman gerektiğini o zaman anlıyorsun. Toplumun yargılarının, senin kafandaki çatışmaların hepsinin boş olduğunu o zaman anlıyorsun. ''Ben de kötü bir insan olayım ulan o zaman'' da diyebilirsin pek tabii. Lisedeki felsefe hocamızın aralıksız bir şekilde ''kime göre? neye göre?'' cümlelerini söylemeleri geliyor aklıma. Hızlı trenin askerlik yaptığım birliğin yanından geçmeleri geliyor. Bir şekilde yine kesişebilmemiz geliyor. Hiçbir şey yapman gerekmiyor aslında iyi insan olabilmek için.

Zamandan bahsettiğim yazılarım olmuştu. Yazarken gerekli, gereksiz bir çok şeyden bahsettim zaten. Yazılarımda bile doğal olamadığım zamanlar olmuştu yine. Yirmiye yakın yorum alan yazılarımın neredeyse hepsi kurmacaydı mesela. Hüznü çok seviyordu insanlar, ben de öyle. Hüzün tutuyordu yani. Zamandan bahsettiklerim gerçekti ama. Bu da içinde bolca hüzün barındırıyordu. Zamandan, beklerken bahsetmiştim çünkü. Bekleyen bir insan için zamanın önemini herhangi bir saat anlatamazken bahsetmiştim ve gerçekten zamanın hiçbir şeyi düzeltemeyeceğini düşündüğüm yıllardı. Dünyanı kurtardığım çok afilli arkadaşlarım oldu. Onlarla bile hızlandıramadığımız dakikalarımız olmuştu. Onlarla bile içinden çıkamadığımız düğümler için bekledim. Beklemek eylemini tek kişilik sandığım günlerdi. Askerdeyken bir sabah kalkıp, hiç sırası değilken kırk satır umut mesajı okurken anladım tanımın aslını. Edirne'ye giden bir otobüste Ezginin Günlüğü çalmasını ve tam o sırada kafanda iki insanın hiç gereği yokken mutlu olmasını açıklayabilecek elle tutulur bir sebep aramadım hiç. Kendimle ne kadar çelişiyorum eğer gerekirse? İki farklı çizgide, aramın iki farklı şehir kadar uzak ama iki açık kol kadar paralalel olduğunu bildiğim için beklemişim. Bunu da Beşiktaş'ta yürürken anladım. Işıldayan orada doğmuştu. Siz bilemezsiniz.

Siz bilmezsiniz. Ben bir gece hiç beklemediğim bir ses ile uyandım. Çok geç yatmama ve telefonumu kendi hür irademle sessize almış olmama rağmen uyandım. Böyle nasıl anlatılır bilemediğim zamanlar olmuştu. Gerçek bir şeyi anlatmayalı o kadar uzun süre olmuşken, buna birazcık hakkım vardır belki. İşte o zamanlar, bahsettiğim herhangi bir başın omzuma düşmesi için yalvardığım zamanların, Allah'a dua ederken ''hala daha'' kelimesini kullanabilmenin karşılığını bir şekilde aldığım zamanlardı. O gün sanki yazdığım her şey boşa çıktı. Bunun nasıl büyük bir şaşkınlık olduğunu siz bilmezsiniz. Bir zaman sonra, kendi içinden, hakikaten gerçek olan bir şeylerin gelmesi için dua ettiğin ama bunu kendi içine bile inandıramadığın noktadayken, insan hayatı hep böyle devam edecekmiş gibi hisseder. Neredeyse Batman'in neredeysesini atarken bunu anladım. Siz hakikaten bilemezsiniz.

İşte siz yine bilmezsiniz, ben bir gün fışkiyenin yanından geçiyordum. Mevsim normallerinin altında bir sıcaklık vardı. Üzerime yeteri kadar kalın bir şey almamıştım. Ayağımda en sevdiğim ayakkabım, kulağımda en sevdiğim ses vardı. Karşıdan sarhoş bir adam geliyordu. Biraz ilerideki köşeden taksi çağırmışlığımız vardı. Bunu neden düşündüğümü hiç düşünmeden yürüyordum. Bir yandan da belki de, cidden, bir ihtimal, hakikaten iyi bir adam olabilmeyi başardığımı düşündüm. Belki bir dönem, belki bir dönem birisi için iyi bir şey yapmıştım ben.

''Ütopyalar güzeldi''r işte. Ben demiştim. Siz bilmezsiniz ama ben demiştim. Bir vapur dumanını, bir deli gibi beklerken demiştim.

Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi cümlesini aldım. Sankisini attım, zamanını değiştirdim. Şimdi çok huzurluyum. Şimdi hiç olmadığım kadar huzurluyum.

Herkes için iyi insan olabilmek imkansız.

Yine de birisine göre iyi olabilmeli insan. Birisinin kahramanı olabilmeli.

--

Bu tablonun ne olduğunu siz bilmeseniz de olur ama yazıyı tekrar okuyacaksınız bu şarkıyı dinlemezseniz olmaz.

6 Şubat 2015 Cuma

Renksiz X


 


"Denge arayışı içinde olan biriyim''

Ne zaman düşünsem, kendimi birden Sakarya Tren İstasyonu'nda buluyorum. Yılın ilk karı yağmış. Bana, nereden baksam ömrümün ilk karı gibi geliyor. Her gün isyan ederek, lanetler yağdırarak geçtiğim kırmızı, mavi üçgen kaldırım desenlerinin üzerine bilgece bir dikkatle basıyorum. Sanki o gün onların bile dizilişi farklı. Bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar. Çünkü Melahat'ı arıyorum. Her kar yağdığında, standart bir Türk vatandaşının dinleyebileceği en basit şarkılardan birisi çalıyor kulaklarımda. Melahat tavsiye etmiş. O günden sonra o şarkıyı bir daha hiç dinlemiyorum. Doğal olarak, özel oluyor. Genel olarak, her şeyi çabucak özel yaptığımı söylüyorlar.

Olaylar tıkırında giderken yazacak güzel bir şey bulmak benim gibi adamlar için çok zorlayıcıdır. Melahat o gün yazıya ben istemeden dahil oldu. Zorla dahil oldu. Kırk yıllık ve ilk kez fark edilmiş bir ağaç gibi. Bilinen her gün aynı yerden kalkıp da ilk kez o gün göze çarpan bir kuş gibi. Yazı yazma isteğim de işte böyle var oldu. İstemeden.

Hakikaten güzel yağıyordu kar ve bir şeyleri güzel bulmayalı epeyce sene geçmişti.

Çirkin bir adam, güzel bir kadını sevdiğinde dünyanın gözle görülür kıyametlerinin en belirgini kopar. Renksiz bir adamın var olduğunu anlaması ve parlayacak bir kıyı bulması ne demektir, bunu yalnızca dengeyi bozan çirkinler bilir. Ve bu çirkinler yine bilir ki, dünyanın dengesi bozulmamak üzere kurulmuş. Sen bir yerinden çekip, oldurduğun bir çıkıntıya takmayı becerebilecek gibi olsan da o denge gerektiği zamanda, gerekmeyecek kadar sert bir şekilde dengeyi sağlamak adına senin tüm organlarına asılır. Ama yine de var olmak güzeldir. Fark edilmek güzeldir. Bazı insanlar sadece fark edilebilmek için yaşar. Bazı insanlar sadece ''ama yine de..'' diyerek cümle kurabilmek için yaşar.

Geçip giden günlerde Melahat'ı genel olarak hiç anlayamadım. Kendini anlatmayı da pek sevmezdi. Ben ise kendimi anlatmayı severdim. Bayılırdım. Ya da çok severdim. Bir insanı tam olarak anlayabilmek için karşılıklı sevişmek gerektiğine kanaat getirdiğim günlerin tam ortasındaydım. Melahat sanki beni yalnızca bir süre sevmişti. Çok evvel zamanda. Sonra da sever gibi olmuştu. ''Neden?'' sorusunun lugatından kalktığı, kalkmak zorunda olduğu bazı anlar vardır. İkimiz de buna ikna olmuş gibi yaptık. Hayat ikna olmak zorunda kalmalardan oluşuyor zaten.

Melahat adında bir kadını sevmenin ağırlığı yeteri kadar yük bindiriyorken, dönemsel bir duyguya dayanamayacak kadar halsiz hissediyordum. İnanacak bir yalan arıyordum. Ustalıkla da buluyordum. Kendimi iyi kandırdığımı da söylerler.

Bir şeyleri güzel bulabilmeye tekrar başlamak neresinden baksan boku tekrar yemeye başladığına işarettir. Çünkü insan anlatabilecek bir hikaye bırakmak için yaşar demiştik. Anlatılabilecek bir hikaye bırakmanın makul yollarının hepsinde beklenmeyen bir acı, beklenmeyen bir hayal kırıklığı ve yıllarını heba etmiş bir kırgınlık vardır. Baştan aşağıya mutlu bir hikayeyi kime dinletebilirsin? Dinletecek adam bulsan bile, sen anlatmak istemezsin. Askerlik sonrası evin halısına basmanın bile verdiği özgürlük hissi gibi bir şey bu. Hayatının belirli bir dönemi hissiz ve halsiz geçecek ki bir şeyleri tekrar güzel bulabilmeye başladığında, kalemi tekrar eline alabildiğini göresin. Sonra da onu elinden alıp, neyse.

Kalemi eline tekrar almak; denge arayışı içerisinde, sorgulayan bir adam olan çirkin için -haddi olmayarak- yüz hatları kalemle çizilmiş bir kadını tanımak demektir. Çirkinliğini unutmak demektir. Haddini bilememek demektir. Yamuk burnu hem yamuk kalsın demektir. Kendi olsun demektir. Ne büyük bir olanak.

''Zaman bir ilaç değil, bilakis bir cezadır''

Gün gelir, hayattaki her kavram iç içe girer. Aylardır anlatmaya çalışıyordum; -altı aylık ara hariç değil- beklemek, istemek, zaman. Sen neresinden tutmak istiyorsan orasından al. Evrenin tüm dengelerine aykırı bu çarpışma olayı senin hayata karşı çıkman anlamına gelebilir. Melahat diye güzel bir kadın mı olur? Olabilir. X adında çirkin bir adam? İstemediğin kadar. Yıllardır oturtmaya çalıştığın ''hayatın, herkesin dediği bu kadar basit şeye boyun eğmeyeceğim'' bakışının en canlı örneğidir. Çünkü dengeyi bozmuşsundur. Haddini bilmek istememişsindir ve nihayetinde hayatın sana verdiği tepkiyi kabul etmek zorundasındır. İnsan ne yaparsa sonucunu düşünerek yapar. Bazen bunu inkar etmek isteyebilir. Aksini söyleyenlere inanıp kendinizi gaza getirmeyin. Nil Karaibrahimgil de bu kümeye dahil.

Denge bir yerde muhakkak bozulur. Oraların şarkıları ''Superman olmak lazım bazen'' diyebilir. Siz her yeri çocuk aklınızdaki Batman fotoğrafları ile süsleyebilirsiniz. Hatta Batman figürlü anahtarlıklar alıp, içinizden ''Durma, kendini hatırlat'' dizelerine bir selam çakabilirsiniz. Yine yüzü kalemle çizilmiş bir kadına doğru gelen arabayı tutup karşı şeride atabilirsiniz. Yahut kızı kendinize çekip, bir saniyeliğine onun kahramanı olabilirsiniz. Onu, bunu, şunu, içinizden ne geliyorsa yapabilirsiniz fakat o denge bir kere bozulduysa olan biteni zamana bırakmayın. Olan biteni zamana bırakıp, ona da ayıp etmeyin. Hem zamana, hem ona.

Çünkü atacak diye beklediğimiz, birazcık daha kaysa her şey tam rayına oturacakmış gibi hissettiğimiz hayatın çarkına bir ilmek daha atmaktır zamana bırakmak. Zaman bugüne kadar herhangi bir şeyi çözmemiştir. Yahut benim 'çözmek' tanımıma hitap etmemiştir. Üzerini iyi kapatır, içinin şişkinliğini alır ama asla beklediğini gerçekleştirmez. Zamanın kendi iradesi vardır. Seninkisini umursamaz. Dünya üzerindeki her kavram gibi o da bencildir. Asla sencil olmaz. Olmasını istediğini, yolunu gözlediğini sana sunmaz. Onu, yokmuş gibi bitirir. Yeni bir seçenek sunar belki ama eskiye dönüp baktığın zaman, beklediğin şeyin ve zamanın boşluğunu ömrün boyunca suratına vurur. Zaman kopartır, bağlamaz. Zaman kapatır, unutturmaz. X gibi adamlar zaten asla unutmaz.

''Gördün mü, doğru olanı yapma konusunda kafa yorman gerekmiyor. Doğru şeyi yapıyorsan, zaten düşünmeden yaparsın.''

Zaman diyorduk. Dolaylı yoldan da düşünmek diyoruz. Düşünmek ikili ilişkilerin tıkanma noktasıdır. Herhangi bir şeyi düşünebilecek zamanınız oluyorsa, onu yaşamaktan sıkıldığınızın başlangıcına da tanık oluyorsunuz demektir. İnsanın yaptığı şeyler gün geliyor da hevesinin, isteğinin, algıların önüne geçemeyecek kadar ağır geliyorsa, diğer insanın da bu şekilde zamana hakaretler eden bir yazı yazmaktan başka seçeneği kalmadı demektir.

Her zaman ne diyorduk? Melahat diyorduk. Melahat'ı doğum yapan bir kadının yanına götürmek isterdim. Bir çocuğun memeye nasıl da biliyormuş gibi yapıştığını görsün isterdim. Yahut onu çocukluğuma götürmek isterdim. Hikayesinden bahsetmiştim, Maviş'in evden kaçtıktan sonra nasıl da kafesini tekrar tekrar bulabildiğini beraber izlemek isterdim. Çocukluğuma geri gitmişken bir süre orada kalmak isterdim. Asansörlere binmek isterdim tekrar. Asansörü kaplayan sacı babamın çalıştığı firmadan mı yoksa en büyük rakiplerinden mi almışlar diye merak ederdim belki yine. Bu çok büyük bir dertti benim için mesela. İnsanlara bunun hassasiyetini anlatamam. O yaşlardaki en büyük pişmanlığıma geri dönerdim. Babamın aldığı kaliteli tükenmez kalemi, okuldaki en popüler çocuklar uçlu kalem kullanıyor diye uçlu kalemle değiştirdiğim güne dönüp, o kişiye ''hayır'' diyebilirdim belki.

Yine de Melahat'ı tekrar görürdüm. Yine de güzeldi Melahat derdim. Yine de denerdim. Sana rağmen, kafandakilere rağmen, taksi durağına rağmen, pizzacıya rağmen, burgerciye rağmen, benim koca kafama rağmen güzeldi derdim. Yine de denerdim. Yine de oldururdum kafamda. Gece yatarken hele, kesin oldururdum. Bir hata yapıp yine askerlik yapacak olsam, nöbet kulübesinde acayip oldururdum. Çok afilli oldururdum, neler düşündüğümü anlatabilsem belki de beni kırmamak için sen de oldururdun.

Yine o yattığım koğuşta yatardım askerde. Yine çok bunalırdım. Yine her kalktığımda kafamı vururdum o demire. Yine de demirin hemen yanından çıkmış, kopuk süngeri sökerdim. O kumaşı düz bir hale getirirdim ve üzerine ''Umudunu kaybetme ulan!'' yazardım.

Yine de fayansa sıçan adamlara umut depolamanın verdiği ağırlığı ömrümce yaşardım.

Hayat bir çizgi işte. Sağdan, soldan, arkadan, ortadan gidebilirsin. O çizgide, aralıklarla bazı noktalar var. Diğerlerinden daha belirgin çizilmiş. Neresinden gidersen git takılmak zorundasın işte. Melahat var, Zamanın üzerini kapatıp yokmuş gibi yaptıkları var. Olmuşlardı. Noktalar sürekli oluyor. En son noktaya kadar ben de sağa sola savrulup duruyorum. Her gelen rüzgara eyvallah diyorum. Ben buyum. Bazıları da yerinde durmayı seviyor. Bazıları yaprak seviyor, bazıları rüzgar.

Ve sonuç olarak hakikaten hiçbir şey değişmiyor. Elime bir boya fırçası alıyorum, renksiz X'i renkli yapabilmek için uğraşıyorum. Anlatılacak, dinleyen bulunabilecek bir hikaye için. Sadece onun için. Bencilce. Düşünmeden. Doğru olduğuna inanarak.