Gecenin bir vakti, saati bende kalsın. Karşımdaki cama yansıyan iki ışık, başkası yok. Nerede olduğumu bir ben biliyorum. Elimde bir yasaklı. Yargıladığım her şeyin bir gün elimde olmasını sorgulamıyorum. Üşümek de önemli değil. Önemli olan yine aynı şarkının çalması. Bugün iki sene önce bıraktığım yerdeyim. Yanımda olanlar aynı, bir iki yanlış sadece şehirleri değiştiriyor, ki ben kaderi sorgulamayı çoktan bıraktım.
İki sene önce, yine aynı şeyi kazımıştım beynime. Kimsenin bilmediği bu şarkıyı bana ilk kim dinletmişti? Kimsenin bilmediği o kitabı bana ilk kim vermişti? Ve kimsenin bilmediği bir erkek çocuğu neden hiç sevmediği bir insan için ilk kez bir kağıt eskitmişti? Bir insan neden yazı yazmaya başlar tadında iddialı bir konuya değinmeyi ilk önce kim akıl etmişti? Tolstoy ''İnsan ne ile yaşar?'' ın cevabını ölmeden önce almış mıydı?
Sonuçlarını tam olarak alamadığım ama alacağıma dair belli bir hevesi de bulamadığım tek şeyime tekrar sarılmanın gizli gururunu yaşıyorum bencilce. Aklıma sorular soruyorum ve cevaplarını yalnız ben alıyorum. Ceketimi asıp, gömleğimi dışarı çıkartmanın cezasını mı çekiyorum? Süveter giymeyi sevmemenin mi? Yahut beyaz gömleğin içerisine kısa kollu atlet giymeme konusunda annemi ezdiğim anın mı belası bu? Bak ne güzel çalışıyor isteyince meret. Ne güzel de unutmuyor hiçbir şeyi.
''Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın''
Şarkı aynı evet, utanmadan da bir dize daha okuyorum. Çünkü hep bahsettiğim ''bir adım daha atsak?'' çelişkisi içerisinde yaşıyorum. Yaşamayı sorgulamayı da çoktan bıraktım. Kaç yaşımda olduğumun önemi yok. Babamın bu yaşlarda benim için minibüs kaçırmasının önemi yok. Annemin bir gecede on yaş yaşlanması önemli değil. Sanki hiç doğmamış da, yok olmamış gibi tekrar bir kardeş isteyebilecek kadar gevşek bir adamın, dört duvar içerisinde gülmeye utanmasını sağlayan şeylerin suçu yok. Ki ben Ceren'in adını Casio saatimin dönen yazısına kazımıştım. Arkadaşımda o saatin kumandalı olanı vardı, babamdan onu istemeye de utanmıştım. Öylece istiyordum sadece bir harf daha eklenmesini adıma. Beraber damağımızı yardık, on yaşında insanlarla dalga geçmeyi öğrendik de gülmeyi unuttuk. Sadece ''büyüdük işte, ondan'' diyorum. Oğlum böyle olmamalı diyorum bir de. Daima oğlumun olacağına inanıyorum. Çok mu yaşlanmayı düşünüyoruz? Hayattaki ilk hedefim bu. İletişimini kaybetmemeli. Çok mu sevmemeli? Bunu bir baba oğluna öğütleyemez, Belki evinden temelli uzaklaştığı merasimden yalnızca bir saat önce. Eğer olacağı varsa. Hiç söylenemeyecek şeylerin söylenip; gururla karışık, daimi hüzünlü, bildiğini düşündüğü şeyleri anlatmaya yeltenebildiği, dokunsan donacakmış gibi duran çocuğuna son kez içten sarılmasının çok az öncesi, çok çok az önce. Bağırmayacağını, onun da tıpkı senin gibi olduğunu bilerek. Tıpkı askeriye girerkenki gibi. Öyle bilinmez, öyle kaybedecek hiçbir şeyi yokmuş gibi. Askeriyeye girmeden yirmi dakika önce yapılmış konuşma gibi. Düşünmeden yani. Bir ay hazırlanıp, her şeyi unutmak gibi. Cüzdanın içinde kalmış, ucu katlanmış, okumaya hala cesaret edemediğim ikişer sayfalık kitaplar gibi. Ne yazdığımı hatırlıyorum. Ne yazdığını unutmuyorum. Belki de askerliği bu yüzden bazen iyi hatırlıyorum. Bunu da ben hiçbir zaman söyleyemem.
Kedi gibi kuyruğumu kovalıyorum. Keşke kedi olsaydım diyecek kadar alçalmadım bugün ama insan bazen kuyruğunu kesecek kadar sinirleniyor bir şeylere. Tam tamına, Ağustos'un en lanet günlerine dönüyorum. Bir şeyleri bırakır gibi yapıp gittiğim güne. Kedinin çevresi sadece ama sadece otuz saniye, dört kere dönse iki dakika. Benim birisi neresinden baksan iki sene. Kaç kere döner ki insan? "Bunun bana kötü geleceğini düşünmüyorum. Görelim bakalım." diyerek gittiğim güne dönüyorum. Kör olmalı insan. Hiç unutmayacağım ve uzun süre her hatırladığımda girip bakacağım bir şifrenin ağırlığını yaşıyorum. Yazdığım her şey onun suçu. Yaptığım her şey benim. Gittiğim yer ağır değil, gittiğim şey ağır.
''Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç''
O günden birkaç gün evvel geçtiğim benzinlikten geçerken düşündüm bunları. Ben bazı yerlerden tekrar tekrar geçerek yaşamaya mecburum. Bunun ağırlığı sorgulanmıyordur inşallah. Şarkıyı benden başka kimsenin hatırlamadığına eminim. Kendimle ilgili gururlanacak şeyler bulmayı pek seviyorum. O şarkı çok ünlü oldu sonra. Unutuldu da. Yine de benim. O şarkının altında, kırklı yaşlardaki bir amcanın yorumunda gördüm bu dizeyi. Dalga geçmek için girmiştim, dünyam yamuldu. Hayat zaten beklendik şeyler olunca çekilmiyor.
Bir numarayı, bir tarihi, bir dizeyi, bir şarkıyı, bir şifreyi, bazı söz öbeklerini ve yazarken neler hissettiğimi hiç unutmuyorum.
Bunca kedi, bunca 'yahut', bunca benim olmayan cümleleri görmemek için kör olmak lazım. Hakikaten kör olmak lazım. Bak, yıllar sonra yazdığım bir yazıyı beğendim. Kendimmişim gibi hissediyorum. Tesadüf yok, tevafuk; belki.
Bu da benim.
2 yorum:
selam!
hayatına dair hiçbir şey bilmediğim birinin iç dökmelerini, ya da denemelerini çok ender okurum. neden bilmem, şöyle bir göz atar geçerim. ama bu yazıda bir şey oldu ve beni ilk cümleler çekti içine..
belki bir yerlerden tuttum bazı kelimeleri, belki de sadece cümlelerin dizilimini sevdim bilmiyorum ama.. güzel anlatmışsın be:)
'dünyam yamuldu' tanımlamasını ise pek bi sevdim.
elif,
selam. teşekkür ederim yazdığın şeyler için.
ben o kalıbı bayağı kullanırım. çok da yaygındır gibi geliyordu hatta bana ama cidden efsane kalıptır.
Yorum Gönder