İkibinli yılların unutulmuş bir döneminde sıradan bir başın omzuma düşmesi için Allah'a gereğinden fazla yalvarmıştım. Ütopyalar güzeldi. Benliğinin her bir hücresini aşıp, tüm karakterini hiçe saymak güzeldi. Kendini tanıyamamak güzeldi. O günden beri çok fazla üzülemiyordum.
'Geçmiş, bir daha geri gelmeyecek zamanların hikayesi.'
Malum güne kadar.
Kayalıkların en düz kısmında otururken, ''Sorulacak çok fazla sorunun olması onları sorabileceğin anlamına gelmez'' demiştim bir arkadaşa. İnsanların hayata karşı beklentilerinin gereksiz olduğunu düşündüğüm dönemlerdi. Şu an için ise, her şeyi bir köşeye atarak, hayattan bir şeyler beklemenin yaşayabilmek adına tek kullanılır anahtar olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizim paralelimizi yaşayan insanlar bilirler ki yaşın on sekizlere vurduğu andan itibaren soru sormaya başlarsın. Soru sormaya başladıkça da bir şeyler beklemeye. Bir şeyler beklemek tek taraflı bir eylem halinde geldiğinde ise karşı taraf için çekilmez olmaya başlarsın. Bu da ikili ilişkilerin en basit kuralıdır. Hevesi kaçmış yalnızlık. Bayağı kötü.
Ben her noktasından kaçmak istedikçe, hayatım bir şekilde ''neden?''e gelmeyi başarır. Bu, bahsettiğim dönemden beri hiç şaşmadı. Her insanın hayatı bir gün ''neden?''e gelecektir. Gelmeli. Hayatım ''neden?'' sınırında geçerken, benim de bazı nedenlere neden olmuş olabileceğimi de biliyorum. Bu çıkmazı bazen iliklerime kadar hissediyorum. İşte ikili ilişkilerin en basit kargaşı da burada başlıyor. 'Eden bulur' döngüsünün yahut karmasının yahut kaderinin sonsuz bir çıkmaz olduğuna inanmaya başlıyor insan. Birisi bir yerde bir yasaklıya dokunmuş ve diğer herkes o yasağa dokunmanın tadını merak ediyor gibi. Bir kere dokunduğun zaman da asla hiçbir şey aynı olmuyormuş gibi hissediyorum. Çünkü evimden dışarıya çıktığım ve pencereyi açtığım ilk günden beri hiçbir şeyin aynı ve keyifli olmadığı konusunda, yıllar önce yalvardığım Allah'a -hala daha aynı eylemde ısrarcıyımdır- yemin edebilirim. Bir noktadan bırakıp, her şeyi sıfıra çekmek istediğim her anda yeni bir sınavın olduğuna da. İşte o günler kendimi her daim bir deney tüpünde gibi hissediyorum. ''Bir de bu dalgayı gönderelim bakalım kahramanımız ne gibi bir hamle yapacak?'' tadındaki hadiselerin sonucunda bölüm sonu canavarını bekliyormuşum gibi hissediyorum. Bölüm sonu canavarının hala daha gelmemiş olması inancı ise tamamiyle benim gerizekalı umudumu ilgilendiren bir şey.
Bazen bu umut bile sarsılıyor. Bitiyor diyemiyorum çünkü kendime hakaret etmeyi sevmem. Benim umudumu çalıyorlar. Benim umudumu geçmişle çalıyorlar. Benim umudumu korkularla, kaygılarla çalıyorlar. Benim umudumu gelecek ile bile çalıyorlar. Benim umudumu varsayımlar ile çalıyorlar. Ve benim umudumu çalmak dünya üzerinde işlenebilecek en büyük hatalardan birine denk geliyor. Çünkü ben bir bok yiyorum ve sonunda ''Benim umudumu çaldınız ve ben bu tarz durumlarda saldırgan olmamla tanınırım'' diyebilme hakkını kendimde görüyorum. Velev ki değişiyorum. Ne fark eder? ''Eylem hiçbir zaman için eylemi tetikleyen etkenleri yutmaz.'' diyorum kendi kendime. Çünkü yutmaz. Siz her ne kadar sonuca odaklansanız da isteyen taraf, isteğine vurulan her bir darbeyi içinin en güzel yerlerinde saklar. Çünkü hakkı vardır. İsteyen taraf olmak, bekleyen taraf olmaktır çünkü. Bekleyen tarafın sancınısını da ancak bekleyenler bilir. Bilirsiniz.
Beklemek ve istemek ile sınanmış bir beynin yapamayacağı çocukluk da yoktur. Hep diyorum ya; çocuk gibi içinden geleni yapmak güçsüzlük göstergesi değildir. İçinde olanı tutmak da güçlülük olamaz. Hayat gücü çok daha garip durumlarda sınıyor evvela. Orasına karışmak istemem. Bu yüzden de yaptığım şeylerden pek pişmanlık duymam. İnsanların gözündeki imajımı sorgulamamayı, ne yaparsam yapayım kafalarındaki kargaşaları aşmayı başaramadığımda öğrenmiştim. ''Benim fikrim'' olgusu, ''benim kararım'' kararlılığı ve ''ben bunu seziyorum, bu böyle'' sabitliğini çözebilecek kelimeler henüz icat edilmedi. Ben ise ufacık bir bakışa herhangi bir bağımı çözebilmekle ünlü bir gerizekalıyım. Bu yüzden de insanların suratlarına bakmaya korkarım. Onlar bakmaya da korkmuyorlar. Baktıktan sonra unutmaya da. Çünkü dikkatli bakan birisi unutmaz. Ben öyle inanırım. Söz unutulabilir belki ama baktığı yer unutulmaz. En basitinden, ayıptır yani.
Bu kadar bilgece konuşmaya çalışırken içine ses geçirememek de bu dünyanın ve sahibinin en güzel güç gösterisidir. Kendin. İçin. Korkuların ve değişmezlerin. İstemeyi, özlemeyi, affetmeyi ezip geçemediğin o aciz zamanlarında en iç kısımlarına kadar hissettiğin çocukluk hissi. Asla utanmıyorum. Bir gün aştığım zaman her şeyin acısını sonuna kadar çıkartabildiğim için asla utanmıyorum. Çünkü altın kuralı biliyorum. Bir şeyi çok istemenin bilinen en iyi yolu karşındakinin senin kadar istememesidir. Ve kimse yazmaya cesaret edemese de, senin çok istediğin bir gün senin kadar istediğinde -varsa öyle bir olasılık eğer- büyük ihtimalle sen o kadar da istemiyor olacaksın. O kadar da önemli olmamış olacak. Önemli olma olasılığı mı? Ütopyalar güzeldir. Hayat bu tarz dilemmalardan ibarettir ve bu yüzdendir ki yıllardır dengeli şeylerin değerinden bahsetmek hoşuma gidiyordu. Sabit bir şey bulursanız kaçırmayın, sabit tutmak için olan tüm gücünüzü verin diyordum. Dum. Sanırım artık olamadıklarını anladım.
Malum gün diyordum.
Malum gün diyordum çünkü insan öğrenmenin bir bok olmadığını bazen anlıyor. Bazen yine ve yeniden yakıyor gemileri. Bazen yine oluyor, en çok unutmak istediğini. Bazen yine anlıyor ki hayat hakikaten bir döngü. Lise sıralarından çıkıp gelen bir acizlik senin ömrünü oluşturabiliyor. Her dakikanda yine hissedebiliyorsun nasıl da aklını yitirebileceğini. Fakat bu sefer kendin olduğunu umarak. Ya da öyle inanarak.
Ne yazık ki evin artık gül kokmadığını anlayarak.
Yine de ütopyalar güzeldi.
Ütopyalar belki hala güzeldir. Nereye baktığına göre değişir.
'Gelecek. Henüz yaşanmamış günlerin hikayesi.'
--
İllaki bir daha okuyacağım diyorsanız, bununla okuyun. http://www.youtube.com/watch?v=6MSD-Y87nIc&feature=youtu.be
--
Ben kısa bir süre sonra, uzun bir süreliğine yokum buralarda. Askerlik için. Selametle kalın. Ya da esen kalın.
7 yorum:
Ben seni ne zaman rüyamda görsem sen yazı yazıyorsun
adsız,
hayır olsun demekten başka bir şey diyemedim.
Bazı şeyleri düşünebilir, kıyaslayabilir ama yazamaz anlatamazsın. Anlatamayacağından değil cesaret edemeyeceğinden, gururun kırılmışken bile var gücünle çabaladığını kime anlatabilirsin ki? Kim aptal olduğunu itiraf edecek kadar cesur? Velhasıl sevmek akıl işi değil kardeşim . Sevmek aptal bir cesaret göstergesi, yazdığın yazı da keza sevmek gibi.Sevmeden ve yazmadan yapamazsın, hayırlı teskereler karşim :)
adsız,
kardeşim ben aptal olduğumu itiraf edecek kadar cesurum :) muhakkak akıl işi değil.
eyvallah, yüreğine sağlık.
Hiç umudunu kaybetmeyen insanın ütopyası değişmemeli, hep aynı kalmalı. Onu o yapan o umududur çünkü bence sen umudunu ve ütopyanı kaybetme.
adsız,
teşekkürler. dedim ya, ütopyalar yine de hala güzel olabilir. bazen omuzlar düşüyor.
Yorum Gönder