uzun süredir, bir süre boyunca bir şeyler yazmış olabilmenin ne kadar ağır ve zor bir durum olduğunu düşünüyorum. ucu güçsüzlüğe dokunabilecek herhangi bir düşüncem gibi; kendi kendime. bu iş nasıl yapılıyordu ve gerçekten hissettiğim kadar iyi miydim şüphesi kafamda her daim mevcut. genel hatlarıyla kendine çok güvenli ama mükemmele ulaşmak için sonsuz yol varmış gibi hisseden biriyim. seneler ilerledikçe yazdığım eski şeylere duyduğum utanç da azaldı. o yüzden ara sıra yazdığım kağıtları karıştırıyor ve nasıl bir insan olduğumu hatırlamaya çalışıyorum. çünkü her şey çok hızlı ve ne yazık ki verimli. yavaş olan ve çıktıları kimse tarafından denetlenmeyen hayatımı öyle özlüyorum ki bazen yaşayarak bunu atlatamayacakmışım gibi hissediyorum. işte bu hissi yenmek için tekrar bir kağıt çıkarttım.
bazı şarkılar bende yazı yazma hissi uyandırıyor. bazı durumlar da öyle. bunun hep sürmesi ihtimalinden bahsederdik ve isterdik de. periyodu azalmış olsa da varlığını bilmek güzel. üsküdar sahil'deki büfede sosisli beklerken ve sonunda gibi olmadan vapurda bulunabilmenin ferahlatıcı duygularının bünyeme bıraktığı tadı almaya çalışırken hissettiğim şeyleri tam olarak anlatamayacağım için bu satırları yazmaya başladım. çünkü orada yoğun bir özlem duygusu tüm benliğimi ele geçirdi. bazen böyle olur ve oturup düşünmek yerine aklına gelen ilk şeyi yaparsın. hayat devam etmek ve elinde olan şekliyle kendini kabul ettirmek zorunda.
böyle şeyleri dile getirmeyi çok sevmesem de zehra'ya dönüp, faruk'un bu büfeye gelirken yolda beni arayarak iki çift kaşarlı karışık tost söylediği günleri çok özlediğimi söyledim. hiçbir zaman o kadar boş, hiçbir zaman o kadar verimsiz olamayacağımızı bilmek içimde hakikaten esaslı bir sancı oluşturdu. çirkin erkeklerle dolu çevremizde yaşadığımız ve bu anda var olan tüm iletişimsizliğimize rağmen ince bağlarla, hala daha birbirine tutunmaya çalışan o gerçek duygu her şeye rağmen hep vardı. zubi'nin elinde yirmi tane ıslak hamburgerle yaşadığı heyecan ve doğuş'un yirmili yaşlarda okumaya başladığı için utandığı kitaplar. geyikli gece. oruç aruoba. tophane'de lakers maçları. gece 03:00'da babamı arayıp kartal merkezden beni almasını söylemek zorunda kaldığım anlar. bir yandan hep hayatımın merkezinde olmuş ve zehra'nın bile plan yaparken bana maç gününü sormasını gerektirecek manyaklıkla bir fenerbahçe sevgisi. her şey ne kadar yoğun ve çokmuş. her şey korkutucu derecede gerçek. lise hayatım ve türkçe rap kapüşonlusuyla bahariye'den inişim. doruk ile yirmi kişilik bir arkadaş listesini tek tek çizmemiz ve 2023 yılında haklı çıkmış olmamız. umarım birbirimizin üstünü de çizmemişizdir. onunla iq puanımız aynı çıktığında çok fazla sevinmiştim. çağrı'ya neyim var ki şarkısının sözlerini çıkartabileceğimi kanıtlama çabalarım. çoban, yusuf ve erdal ile buluştuğumuz ve sadeleştirilemez paydalar. onlara zehra'yı ilk anlattığım günler. sakarya'da bir cafede oturup pasta yerken kaçırdığım ilk galatasaray maçı. ortasından kesip intrenete koyduğumuz fotoğraf. ilk kez birlikte maç izlerken kırmaya ramak kaldığım koltuk. benim bazen hiç sakin kalamadığım gerçeği. bunu arkadaşlarıma anlatırken benimle gurur duymalarına gurur duymam. öyle çok şey paylaştık ve öyle boş şeyler konuştuk ki ben bir daha hiçbir zaman o dönemlerde yaşadığım kadar yoğun bir arkadaş olgusu hissedemedim. hiç kimseye de ağırlığı olan şeyler anlatmadım. insan yirmi yaşında yaşadığı taşkın duyguların hayatı için böyle büyük ağırlıklar oluşturabileceğini tahmin edemiyor. gittikçe zayıflayan ama var olmaktan da vazçgeçemeyen bağların hayatını bu denli titrekleştireceğini de.
tüm bu duyguların çıktığı senelerin üç, dört sene sonrasında ben bambaşka bir adam oldum. neden aranmadığımı, neden habersiz bırakıldığımı ve neden bazen tüm bağları kendi ellerimle oluşturmaya çalışıyormuşum gibi hissettiğimi anlamaya çalıştım. kendini bencillikle suçlayabilecek bir insan olduğumu düşünüyorum. buna rağmen sonuç hiç öyle çıkmadı. insanların anlayamayacağını ya da yorumlayamayacağını düşündüğüm konularda çok fazla cümle kurmamaya başladım. bunun bir ucu kendini beğenmişliğe mi uzanıyor yoksa insanların çoğu zaman diğer bir insanı hiç dinlememesine ve tamamen yüzeysel hallerine mi? bilmiyorum. insanların dahil olduğu her şeyden çok yoruldum ve her şeyden çok bıktım. beni her detayıyla dinlediğini bildiğim ve gerçekten bir şeyler değiştirmek için yorum yaptığına emin olduğum yalnızca bir kişi varmış gibi hissediyorum. muhakkak başka paydaşlar -bu kelimeden nefret ederim çünkü iş hayatının bana kattığı şeylerden hoşlanmam. silip başka bir kelime yazacaktım ama samimiyetsizliği sevmediğimin bir anlatısı olarak alalım bunu- da var ve hala bazen yoğun şeyler hissetmek mümkün ama periyotları o kadar uzadı ki ben bazen var olmalarını sorguluyorum. çünkü var olmak çok yoğun ve çok büyük bir olgudur. var isen var olduğuna yakışır şeyler yapmalısındır diye düşünürüm çok uzun zamandır. var isen gerçekten var ol ve var olduğunu karşındakine hissettir diye telkin ederim kendime. karşımda da hep bunu isterim. işte bunun gerçekliğini bir kez sorguladığın zaman hayatın bir daha hiç eskisi gibi olmuyor. muhtemelen olmayacak da. burada bulunan muhtemelen kelimesi eren tolga onur'un kısa özetidir. hiçbir zaman ucunda umut bulunan bir kapıyı kapatmak istemem. her zaman, hep bir şeylerin olabiliceğini düşünürüm. ben böyle yaşıyorum.
bir sürü kişi hayatıma giriyor, bir sürü kişi tüm bu saydığım insanlardan çok daha yakın oluyor ve hatta kendisini benim omzumun yanında görüyor. tost yemiyorum ama bir sürü şey yiyorum. zehra da dahil oluyor. yiyoruz. zehra'nın dahil olduğu bağlarım muhakkak daha kuvvetli oluyor. bizim ilişkilerimiz nedense yemek ekseninde kuruluyor. sadece yemek yemek için kilometrelerce yol gidiyoruz. hiçbir zaman sarıyer'deki tavuk dönercide aldığım tadı alamıyorum. muhakkak hala kadıköy merkezdeki börekçiye gidiyorum. serkan yılmaz'ı göremiyorum. tek büfe'de yirmi tane hamburger yediğimiz günlerden sadece iki tane patso yediğimiz günlere uzanan bir kitap yazılır gibi hissediyorum. tek büfe korkunç hale gelmiş. boğanın altında zurna dürüm yemek istiyorum. bir kg sütaş kaşarı el ile kopararak yemek istiyorum. el yapımı burger işi keşke bu kadar büyümeseydi diyorum. hep ama hep yemek yemeyi düşünüyorum. hayatım ne yiyeceğimi düşünerek geçiyor. ben on sekiz yaşımdayken de böyleydim. tutarlılığım ne hoş. henüz hafta başında, o hafta sonu ne yiyeceğimizi sorardım çocuklarla. bir de hep ritüellerim vardı gerçekleştirmeden rahat etmediğim. biliyorsun, ritüellere bayılırım. esnaflarla çok samimi olmayı sevmem ama aynı esnaflarla muhakkak iletişim halinde olurum. sakarya'ya gidersek ve ıslama köfte yemeye karar verirsek -ki veririz-, istanbul'a döneceğimiz gün son kez gittiğimizde, bize üzüldüğünü düşündüğümüz -ve muhtemelen hissettiğimiz- garsonu muhakkak ararım. bulamam. muhtemelen bugün izinlidir diye düşünürüm. muhtemelen.