27 Şubat 2013 Çarşamba

Kadıköy Hakkında Bazı Şeyler


On beş yaşıma kadar Pendik dışında bir yere çıkmadım. Zaten Pendik konusunda da evin bulunduğu alan dışanda bir yer benim için yok gibiydi. Kadıköy ile sevdamızı anlatabilmem için mecburen ve çok mutlu şekilde Fenerbahçe'den bahsetmem gerekecek. Sonrası hayatımı kapsar ama burası biraz taraftarlık barındıracak. Öyle olmak zorunda. Babam çok ağır Fenerbahçe taraftarıydı. Her erkek çocuk gibi babama çok özeniyor, Fenerbahçe yenilince üzülmeye çalışıyordum. Babamın bana zorla Fenerbahçe'nin sarı kaplı meşhur marş kasedini ezberletmeye çalıştığı yıllardı. Kaset hala daha salondaki dolapta durur. Saklamayı pek sevmeyen bir aileyiz ama atılmayacak bazı şeyler vardır. Babamın holiganlığı çok uzaklarda kaldı ya da fazlasıyla bana geçti bilemiyorum ama Kadıköy ile ilk tanışmamız Fenerbahçe sayesinde oldu. Şükürler olsun.

Stada ilk ayağımı attığımda ölecek gibi bir hisse kapılmıştım. Herkes zıplıyor, bağırıyor, küfür ediyor. Pek alışık olmadığım bir heyecandı. Stad yıkılacak gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Sonrasında o saçma ve sadece bir takımı bu derece hayatına bağlayabilen adamların tanıyacağı duygu geldi. Babam artık maçlara gitmez ama o ilk günkü heyecanı bana bıraktığı için O'na ne kadar şükrettiğimi bilseydi, gurur duyardı. O gün Kadıköy ile son buluşmamız olmayacağını biliyordum. Çok sevmiştim. Akraba ziyaretlerinde gidilen yerler oturduğunuz yerlerden farklı yerler değildir. Hem genelde gece gidersiniz, hem de evden çıkılmaz. Sanki aynı semtte başka bir ev gibi yani. Bu, Pendik dışında zaman geçirdiğim ilk gezme eylemimdi. 

Orta okulun sonlarına kadar Pendik'ten dışarıya çıkmamaya devam ettim. Zaten dışarıya çıkmayı pek sevmediğim yıllardı, kendimi de tanımıyordum. Bir gün dershane hocam eve geldi. Tercih zamanı gelmiş ve ben çok stresliydim. Ne istediğimi, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Dershane puanlarıma göre girebileceğim yerleri sıraladık. Orta seviyelerden sonrasını fazla konuşmadık. Ben orta seviyelerinin sonlarındaki bir okulu gözüme kestirene kadar fazla bir şey de söylenmedi. 

''Kenan Evren Anadolu Lisesi'ne Pendik'ten nasıl gidiliyor?'' diye sorduğumu hatırlıyorum. Hocam beni azarlamaya başladı. Bu puanlarla böyle düşük yerleri hayal edersem güzel şeyler olmazmış. Kadıköy zaten benim gibi bir çocuk için çok tehlikeli bir yermiş. Oranın öğrencileri bizim kafa yapımıza uymazmış. Yine de kazanırsam çift katlı otobüslerle gidebilirmişim. Kadıköy'deymiş yani okul. Tam olarak Fenerbahçe Stadı'nın yanındaymış hatta. Bulmakta sorun yaşamazmışız. 

Söylediği son cümleler dışında hepsi silinmişti aklımdan. Bir çocuğun kahramanı olan babası delicesine bir takım tutuyorsa eğer o çocuk da deli olmak zorundadır. Hele o yaşlarda babasına o kadar özenir ki babası bunu hiçbir zaman anlayamaz. Fenerbahçe'nin yanında olma düşüncesi benim tüm bedenime işlemişti. Sınava kadar pek fazla şey düşünmedim. Sınavlarda heyecanlanan çocuk olamadım hiç. Girdim, ne yapabiliyorsam yaptım ve çıktım.

Kendimi birinci yedekler sonrasında Kenan Evren'de buldum. Babam hiçbir şeyi unutmaz. Ben bu huyumu nereden aldığımı hiç düşünmedim zaten. ''O günden takmıştın zaten kafana'' dedi. ''Olacağı varmış işte'' diyebildim. Belki de garip bir his gelmiştir, anlamışımdır diyecek halim yoktu. İlk hayal kırıklıkları o dönemler başladı sanırım. O günden itibaren hep beklenenin biraz altını başarabilmekle geçti hayatım. Bir şeyler başardım ama istenilen şeyler değildi. İşin garip tarafı, ben hep eğitim konusunda elimde olanlarla yetindim. Konu hayat ise tam tersi oldu. İnsanlardan da bana bunların yettiğini anlayabilmelerini beklemeyi çok uzun süre önce bıraktım. Beklenen şeyler umrumda olmadı hiçbir zaman. 

Kadıköy'e ilk gittiğimiz gün Suavi'yi gördüm. Hayatımda gördüğüm ilk ünlüydü. Resmen heyecanlanmıştım. Babamı çekiştire çekiştire gösterdim adamı. Bunlara alışmam gerektiğini ve ünlü adamların genelde buralarda gezeceğini söyledi. Yeni bir okul, yeni bir heyecan ve ne olursa olsun Anadolu Lisesi kazanmış bir evlat fena sayılmazdı herhalde. Babam mutluydu yani. O gün bana ilk kez kontör aldı. Orta okulda telefon kullanmadım. Liseyi kazanınca zamanın en güzel telefonu olan tombul 6600lardan almıştı babam. İlk aldığı kontörü bakkallardaki hediye beklediğim kazı kazanlar gibi heyecanla kazıdım. Yeni bir Suavi görebilmek heyecanı daha ağır basmış olacak ki kontörü düşürdüm. Arabalar aldı götürdü. Bulamadık kartı. Babam böyle şeylere pek kızmaz ama kaygılanmıştı. ''Sen ne yapacaksın bu Kadıköy'de? Bir şey beceremezsin diye korkuyorum'' dediğini unutmadım.

Kabuğundan henüz çıkamamış bir adam için çok zordu ilk günler. Sonrasında çok iyi okullar kazanan adamların yanındaydım. Onlarla diğer haylazları ayıplıyorduk. Bu okula eğlenmek için değil, hem eğlenmek hem de okumak için geldiğimizi söylüyorduk. Hiçbir şeyin orta okul kadar kolay olmadığını söylüyorduk. Üzerimizde süveterimiz vardı. Gömleklerimiz pantolonların içindeydi ve sıcak havayı umursamadan giydiğimiz ceketlerimiz vardı. Gömleklerimizin son düğmesi bile bağlıydı. İçimizde atletler vardı. O gün çok büyük konuşmuşum, sonradan anladım.

Bahariye'nin oralardan aşağıya doğru inerken o sene okuldan kaç kere kaçtığımı düşündüm. Eve devamsızlık hakkında kağıt gidip gitmeyeceğini umursamadığımı gördüm. Telefon mesaj kutumu açtım bir de. Birkaç sene önce mesaj yazmayı bilmediğimi unutmuştum. Beraber konuştuğumuz adamlar puan rekorları kırarken ben Call of Duty konusunda uzmanlaşmaya başlamıştım. Öğlen okula dönerken ise akşam çıkışta yapacağımız Play Station ve üzerine gelecek Şöhretler Büfe sefasını hayal ediyordum. Ne gelecek, ne ders, ne de aile beklentileri umrumdaydı. Süveter giymeyi bıraktım. Ceketim hep askıdaydı. İçimizde artık t-shirtler vardı. Biraz da farklı heyecanlar.

Hafta sonları maçlara kendim gelmeye başlamıştım. Fenerbahçe'yi tek başıma sevmek çok güzeldi. Babamın mirasını gururla taşıyor gibiydim. Babam bu kadar heyecanlı olmamdan pek memnun değildi. 2006 yılında ilk kez ağladığımda sebebi Fenerbahçe'ydi, belki de ondandır. Sonrasında başka sebepler de buldum. Hiçbirisi ilki kadar içten olamadı. Çoğu şeyin tamam olduğunu düşünüyordum. Babam da çok değiştiğimi söylüyordu. Tabii ki olumlu anlamda değil. ''Ne olduysa Kadıköy'e gittikten sonra oldu'' dediğini de hiç unutmuyorum. 

Moda yolunda yürürken herhangi bir arkadaşım ilk kez içki içmişti. Ne büyük terbiyesizlik. Ne gibi bir ortama girdiğimi sorguluyordum. O günden itibaren hep sorgulamaya başladım. Hala daha sorguluyorum. Sonra çıkıp pilav yerdiğimizi hatırlıyorum. Nohutlu olanı en güzeliydi. İsrail göçmeni bir abiyle aramız çok iyiydi ama içten içe korkardık O'ndan. Çok garip bakardı adama. Yine de her gün oraya giderdik. Play Station oynarken telefonlarımız çekmezdi. Kim ararsa bilirdi bunu. Sonra Balon'un karşısına geçip derdimizi o pis denize dökerdik. Aramızdan birinin derdi olurdu hep. Genelde aynı adamların olurdu. Bazılarının da derdi olurdu ama haberimiz olmazdı. Benim bazen kendi dertlerimden bile haberim olmuyordu. Herkes birilerini severdi. Kimse birbirine söylemezdi. Bazıları aynı kişiyi sevdi. Onlar bile söylemedi. Akmar Pasajı bizim için İngilizce demekti. Başka bir anlamı varsa da bilmiyorum. Yazıcıoğlu Pasajı'ndan geçerken porno filmleri zorla bize vermeye çalışan abiyi kimse sevmezdi. Bazı zamanlarda para üstümüzü vermediği de olmuştu.

Sonra biz çok lazımmış gibi aşık olmuştuk. Aşk bir tarafı dağıtırken, bir tarafı da birleştirirdi hep. 

Ulaşım olarak trene kullanmaya başladığımız yıllar korkuları attığımız yıllardı. Benim bir yazımda bahsettiğim, Balon'u ve tüm rıhtımı cepheden gören o herkesin bilmediği boşluğu keşfettiğim zamanlardı. Haydarpaşa'dan indiğinizde büfelerin yanında kalan o cepten bahsediyorum. Orada ben bazı kadınları düşündüm, bazı hayallerimi de düşündüm. Hala daha gittiğimde aynı heyecanı yaşadığım başka bir yer de orasıdır. Orada insana sevdiğini söyleyemezsin, belki evlenme teklif edersin. O kadar güzeldir. Öyle bütün görür Kadıköy'ü. Kitap ayracı geniliğine sığdırılmış bir ilçe düşünün. Benim bunca yıl Kadıköy'ü en net görebildiğim yer orasıydı. Hayatımın en net kararlarını da orada verdim hep.

Lise bitti, üniversite başladı. Ayrılanlar oldu, daha çok birleşenler oldu. Taksim, Beşiktaş geldi girdi aramıza. Çok fazla yer gördük, çok fazla insan tanıdık. Çok fazla insan sildik. Çok fazla kurtardık dünyayı. Burger King'e gitmeye başladık. Pizza denen şeyle tanıştık. Bazılarımızın yanında ilk defa kızlar oldu. Tek Büfe'deki Koca Reis'i tanıştırdık herkesle. Her gittiğimizde hangi üniversitede okuduğumuzu sordu, her seferinde tekrar unuttu. Hep aynı esprileri yaptı bize, yine güldük.

Biz hala daha utanmadan aşık olduk. Biz hala daha utanmadan Kadıköy'ü çok sevdik. Ne yaşadıysak hep orası olsun dedik. Hep Kadıköy bilsin. Taksim'e falan güvenmedik hiç. Fenerbahçe'nin olduğu yer kötü olamazdı zaten. Büyüdüğümüz yer kötü olamazdı.

Sevilen her kadın o Bahariye yokuşundaki pastaneye götürüldü. Oturulacak yerler hep aynı oldu. Rexx'in iki tarafındaki sokaklardan başka fazla alternatif yoktu zaten. İnsanlara onları sevdiğimizi hep rıhtım tarafında söyledik. Her bir caddesini tek tek bilmemize rağmen Boğa'da buluştuk. Bazen Haldun Taner'de. Hesabını yapmayalım bunların.

Ben Pendik'te doğdum, Kadıköy'de büyüdüm.

Bir gün bana bir kez daha sevebilme hakkı verirseler eğer, Balon'un tam yanındaki o demire tutunmayı planlıyorum konuşurken. Öyle kaçak ve korkak sevmeler değil de, heyecandan delirerek söyleyeyim diyorum ne lazımsa. Saati iyi ayarlamak lazım, sonra gerekirse koşarız zaten. Oradan stad en fazla on beş dakika.


5 Şubat 2013 Salı

Bir Çocuk Neden Yazı Yazmaya Başlar?


Toplum yapısında yazılmayan bazı kurallar vardır. Her ailenin herkes tarafından sayılan, bir şeyler başarmış ve burnu herkesten havada olan bir adamı vardır. Arkasından konuşulduğunu, türlü küfürler yediğini ve sevilmediğini bilir. Bununla gurur duyduğu da olur. Sekiz ya da dokuz yaşlarındayken o akrabamız bizdeydi. Bayramlarda para verdiği için seviyordum onu, bir de aynı takımı tuttuğumuz için.

Ara sıra hediye de alırdı bana. Henüz okumayı hiç sevmediğim dönemlerde garip bir hikaye kitabı almışlardı bana. Yaşımı da çok net hatırlayamıyorum ama on biri geçmesi imkansız. Çocukluğumla ilgili çoğu şeyi hatırlarım. O kitaptan aklımda kalan hiçbir şey yok. Kitabı okurken neler düşündüğümü hatırlıyorum sadece. Bir insan nasıl ve niye yazı yazar diye düşünmüştüm. Bunları yazan adamın bize ne anlatmaya çalıştığını düşünmüştüm. Sonunda hiçbir şey bulamayıp ben bir şeyler yazmıştım.

Üç tane domuzcuğun hüzünlü hikayesini yazmıştım. Okuduğum tüm kitapların aksine kötü bitirmiştim sonunu. Üç domuzun hüzünlü hikayesi kimin dikkatini çeker ve ne için okunur diye düşünmeden yazmıştım. Bir çocuk neyse, büyüyünce o oluyor ya oradan bakabilsek mutlu olurdum. Çocuklarla ilgili düşüncelerim de çok iyi değildir. Çocuk yuvalarından geçerken onların büyüyüp değişik türlerde insanlar olabileceği gerçeğini kendime kabullendirmek çok zor gelmişti. Garip garip ve hepsi iyi çocuklar var. Bazıları gıcık veya yaramaz oluyorlar. Yapabilecekleri en kötü şey hasta numarası yapmak olan insanlar büyüyüp nasıl bu hale geliyor diye de düşünmüştüm. Sonuç olarak ilk hikayemi o gün yazmıştım. O'na götürdüm. Kendisini o kadar yukarıda gören birisinden övgü almak insanı mutlu ediyordu. O'ndan övgü almak annemi ve babamı gururlandırırdı. Hiç kimseden utanmadan götürüp hikayeyi verdim onlara. Hiçbir zaman hiçbir akrabamla samimi olamadım. Ömrüm boyunca en ileri gittiğim nokta da budur.

Hikayeyi çok beğendiler. O yaştaki bir çocuğun bunları yazması çok garip geldi. Bir de değişikmiş. O gün insanların ne kadar gerizekalı olduğunu anladım. Hepsi değil ama çoğu öyle. Farklı gözükürsen güzel olursun. Hikayeyi götürürken beğeneceklerini biliyordum çünkü bizim bir şey oluşturmamız bile onlar için yeterliydi. Babam üniversite okumamıştı mesela. Üç kere kıyısından döndüğünü bilmezler ama. Bir kere babasının, bir kere annesinin öldüğünü bilmezler. Babamın herkesten iyi matematiği olduğunu bilmezler mesela. O zaman da hayal kurmayı çok seviyordum. Gece yazar olmayı, sürekli bir şeyler yazmayı düşündüm. Sabah kalktığımda babam kafamdan yapmam için bazı matematik işlemleri sordu. O konuda da iyi olduğumu anlayıp oraya yöneldim. Yazı yazma kısmı her zaman için arka planda kaldı.

Hayatımın belirli bir yaşına kadar hiçbir şey düşünemediğimi ve tam bir salak olduğumu çoğu kez anlattım. Bunu da düşündüm. Acaba herkes bir evrim geçiriyor mu yoksa bazı kişiler hep iyiler mi? Ben şu anki halimden memnunum ama beş sene önceki halim korkunç geliyor. İki sene önce yazdığım yazılar komik bile gelmiyor. Bunları yazan adamlarla dalga geçerdim. Bunu bilmek çok kötü. Beş sene sonra dalga geçeceğim adamlar da benim şu an yazdıklarımı mı yazıyor olacak? Bunlardan bağımsız olarak; çevremdeki bazı adamlar sanki hep iyiydi. Hiç kötü olamadılar ve hep çok yeterliydiler. Belki de ben büyüttüm bilmiyorum ama yeterli noktaya gelebilmek için herkesin gelişmesi gerektiğini düşünemiyorum. Bazıları gelişiyor, bazıları hep iyi ve bazıları hayatları boyunca silik. Bazıları hayatları boyunca en ön sırada oturur, en iyi üniversiteyi kazanır ve yaşamazlar. Kendi hissettiğiniz şeyler sizin sıfatınızı belirler.

Silik olmaktan kurtulduğum dönemler şiiri sevmeye başladım. Birkaç sene önce şiir okuyan adamlarla dalga geçiyordum. Bazen sevişen insanlarla da dalga geçmiştim. Cemal Süreya'nın en çok sevdiğim şair olması hayatımın bir diğer özeti olmaktan öteye de geçmedi işte. Dünya üzerinde en çok sevişen şair olabilir, bu da beni ilgilendirmez. Bazı adamları sadece görüşlerinden ötürü sevmemeyi öğrendiğim dönemler de o dönemlerdi. Yılmaz Erdoğan'ı bile sevmiştim. İnsanlar Onur Ünlü'yü yargılarken neden dini araya katarlar bilmem. O şiirlerine dini katabilir, bu da sizi ilgilendirmez. Sevişme kısmının beni ilgilendirmediği gibi. Koca memeli Akdeniz kadınları betimlemesini yapmak kolay bir şey değildir.

İnsanları umursamaya başladığım dönemlerden de bahsetmiştim. O dönemlerde bir kişiye yazmanın ne kadar zevkli olduğunu gördüm. Beğenilmek de hoşuma gidiyordu. Ekleri ayırmıyor, imlaya dikkat etmiyor ve iğrenç el yazımla aklıma ne gelirsa yazıyordum. Tipinizi bazı insanlar beğenir, bazıları beğenmez. Sesinizi de öyle ama el yazınız berbatsa berbattır. Benim o kadar kötü ki yazar olabilme olasılığımı yükseltiyor. O derece kötü. Şu güne kadar kendisine yazıp verdiğim yazıları tamamıyla okuyabilen birisi varsa beni çok sevmiştir ya da ne bileyim.

Ara sıra da aşık oldum. Bir çift göz bulup aşık olduğunuzda imlaya da dikkat edersiniz ama çaktırmadan yanlış yaparsınız. O zamanlar yazmak çok zevkli değildir. Yazmak da istersiniz. İnsan bazen zevk vermeyen şeyleri de yapar. Kendinizin olan ve adamın henüz üç yaşındaki kardeşini kıskanmasını sağlayacak kadar garip olan bu duyguları paylaşmak güzel değildir. O dönemlerde ne yazdığımı gerçekten hatırlamıyorum. Güzel şeyler yazmışımdır çünkü ben aşık olunca güzel oluyorum. O bitince kötü oluyorum. Kötü adam oluyorum. Kötü adam olmaya da son senelerde başladım. Öncesinde pek bir bilgim yoktu. Bir daha olsa, bir daha unutsam güzel olurdu ama o işin ayrı bir boyutu.

Bu sıralar kısa öyküler dışında hiçbir şey yazamıyorum. Hesap vermeyi sevmiyorum ama kendime kızıyorum. Benim en büyük hayalim yazabilmektir. Zamanında söylemiştim ya; beni yargılayacaklarsa yazdıklarımla yargılasınlar çünkü bazen yalan söylüyorum. Yazarken onu yapamıyorum. Yazdığım şeyleri sevmek beni sevmekten daha kolay. Zaten beni mi sevdiler, yazdıklarımı mı sevdiler onu hiç anlayamadım. Sonuç olarak yazdım da durdum. Şimdi de sadece duruyorum.

Ne paylaşabilecek bir hüzün var ne de aktarmak istediğim başka duygular. Öyküler için de biraz düşünmek gerekiyor. Eskisi kadar düşünemediğimi anlıyorum. Yirmi iki yaşında olmak böyle bir şey sanırım. ''Ay kendime en çok kızdığım nokta çok fedakar olmam ve insanları çok umursamam'' ünlüsü bile değilim artık.

Her ne olursa olsun iyi ki yazmışım. İyi ki hayal etmişim. İyi ki insanlar beni okuyor. Kimseyi umursamam ama dünya üzerinde en çok önem verdiğim şey olan yazılarımı umursayanları elimde olmadan umursuyorum. İçlerinden birisi bana hayatımda duyduğum en güzel cümleyi söylemişti: ''Okumak yaşamaktır, yazmak özgürlük''

Tekrar unutulacak şeyler bulmak, güzel adam olmak için yazmaya devam. Özgürlük peşinde koşmaya devam. İlk okuduğum kitap Martı'dır ki Martı özgürlüktür. Severek hatırladığım ve hiç unutmadığım şey ilktir diye inanırım. Şüphesiz ki saygı duyulacak bir adamdır ama Ömer Seyfettin'i hiç sevmem.

E.